Renkli Sinemaskop Denizli Garı…

Renkli Sinemaskop Denizli Garı…
M.Sadık Aslankara

Denizli öyle dağılıp yayıldı ki, kapısı ancak el yordamıyla bulunabilen evin odası gibi kente neresinden nasıl girildiği de karışır oldu…

“Aaa, Denizli’de miyiz biz, neresindeyiz şimdi, gar nerede ama?”

Çocukluğumun kentinden bahsediyorum tabii. O yılların Denizli’si, dönemin siyah beyaz filmlerinden çıkagelmiş kopya halinde dururdu karşımızda. Çocukluğumuzda. Ama düşününce şöyle, hayır, demek geçiyor içimden, bizim Denizli renkli sinemaskop otuz iki kısım tekmili birden devriâlemdi.

Eskiden gözünüz kapalı bilirdiniz; geldik işte, burası gar! Yumun gözünüzü, nereden belli peki gar olduğu? Genzinizi yakan kömür kokusundan, uzaklardan geliyormuş duygusu uyandıran makas, şimendifer, düdük seslerinden, kulağınıza bir çalınıp sonra kaçıveren çuf puflardan…

Elbette istasyon önüne sıralanmış bir dizi faytondan sonra… Yem torbaları boyunlarına askılanmış atların, arada ayak değiştirirken çıkardıkları takırtı, kuyruklarını savururken yaydıkları rüzgârlı ıslık… Faytoncuların onları sakinleştirmek için büzüşmüş kış serçesi sesleriyle salıverdikleri “Bıss…”lar… Tabii keskin amonyak kokusu…

Yumduğunuzda neyi düşleyip, neyi ne kadar kurabilmişseniz, nasıl canlandırdıysanız öylece karşınıza çıkardı kent, gözünüzü açtığınızda…

Çünkü Denizli, bu garla başlar, hafif bir eğimle milim milim yükselir, birbirine neredeyse horoz ötüşü uzaklıkta evlerin serpelendiği eteklerde kenti kuşatan bağlar, bahçelerle son bulurdu… Oysa şimdi Babadağ’dan başlayıp Karcı’dan Akdağ’a, Honaz’a uzanan bir geniş yelpazenin tepelerinden Denizli basması gibi alacalı bulacalı indirilivermiş bir perde var da sanki, bu perdenin, yuvarlana yuvarlana istasyona dek gelip orayı bütün çevresiyle yoğurduğu, sonra elim sende diyerek Akhan’dan, Kaklık’tan Pamukkale’ye, oradan neredeyse Sarayköy’e sıçradığı, ötesinde Çökelez’e dek fırlayıp çıktığı bir kent yumağı duruyor karşımızda…

De gidinin Denizli’si… Hani nerede gar? Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe… Hadi buyur, istasyonu bulmak kolay mı öyle?

Denizli Garı da istasyon değil, istasyon-cuk zaten… “Kör hat.” Ne demek bu? Çıkmaz sokak gibi tren giriyor istasyona, giriyor da hadi eyvallah deyip çıkamıyor ama geldiği gibi, önü kapalı. Çıkabilmek için gerisingeri dönmek zorunda… Makas, ta Goncalı’da. Adapazarı’nın Arifiye’si, Elazığ’ın Yolçatı’sı gibi…

“De gahpınalı de, hu gıdaa yolu yapımamış mı bu goca babıçlılaa?..”

Goncalı Köyü ile Denizli arasında hepi topu on kilometrelik ray tasarrufu faturasının İsmet Paşa’ya çıkarılmaması olası mı artık? Her olumsuzluğun faturası nasıl ki ona kesiliyorsa…

Bizim “Goca Denizlililer”, kendi kendilerine biçtikleri bu aşağılanmayı unutabilir mi hiç? Bunun da beslediği duygularla olmalı, Goncalı on yıllar içinde farklı buluşmaların yeri olup çıktı aynı zamanda, bu parlatmayla bir dengeleme getiriliyormuş gibi.

Uğurlayıp karşılamada Goncalı’nın Denizli’yle yarıştığı bile söylenebilir dönem dönem… Hele asker, öğrenci, hacı uğurlamalarıyla karşılamalarında adeta bir ritüel havası kuşandığı bile olur köyün. Bunun bir nedeni tren makas değiştirirken kazanılan zamansa öteki nedeni de giderek ünlenen çöp şişi Goncalı’nın, bunun kültürel renk anlamında, kent yaşamının ayrılmaz parçası oluşu…

Nitekim sonraki yıllarda, özellikle 1980’lerin ardı sıra köyün demiryoluna bakan alanlarında fener alayı mangalların yayıldığı, bahçelerden koparılıp o an sofraya getirilen şenlendirici ferahlıkta yeşilliğin taştığı iğne atsan düşmez kalabalıklarla bir panayır ortaya çıkmakta gecikmedi. Bir de tabii koşuşturup oynayan çoluk çocuğun gözleriyle gönüllerinden akarak mevsimine göre renkleri değişen tablo halinde raylar boyunca trenler, vagonlar… On sekizinci, eh hadi diyelim on dokuzuncu yüzyılı anlatan filmlerin sinematografisinde yaşanıyorcasına ya da bir Çehov oyununda yolcuların beklendiği, yetiştirildiği trenlerin kalp çarpıntısını duyarcasına… Önceleri çuf çuf kömürlü, sonraları takı tak- takı tak dizelli…

Denizli Garı’nı ilk ne zaman gördüm, ne zaman yaşadım bu masalsı buluşmayı, doğrusu anımsamıyorum. Bunu Goncalı, Sarayköy istasyonları için de söyleyebilirim. Oysa 1950’lere yayılmış sere serpe çocukluğum boyunca pek çok kez gara gitmiş, tren yolculuğu yapmış olmalıyım… Demek Denizli Garı, benim için doğal bir mekâna dönüşmüştü. Bilincinde olmaksızın yaşanan bir tanıma olgusunda olduğu gibi görüntü bağlamında insanın kendisini evinde, sokağında buluvermesine benzer biçimde. Koygun anılar daha sonra kapıyı çalacaktı demek ki…

Doğaldı bu, Denizli’ye Denizli Garı’ndan girilirdi; ayrılışla kopuş da aynı şekilde burada yaşanırdı. Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e ulaşım da yine bu yolla sağlanırdı…

Ama İzmir yok mu, İzmir; onun yeri ayrı. Muğla’dan Manisa’ya, Uşak’tan Balıkesir’e bütün Ege taşrası için geçerli… Buralar Ege mi? Olmasa ne çıkar? İzmir, biriciği bu geniş coğrafyanın…

Denizlililer İzmir’le bağlantılarını hep trenle kurardı o yıllar… Otobüs yolculuğu bile altı saate varıyordu çünkü. İzmir ise hem üniversite, hem ticaret, hem de fuar kenti… Bu nedenle Ege taşrası, her yıl ne yapar eder, bir biçimde en az bir kez İzmir’e inmenin, kendince bir kültür değişimi yaşamanın yolunu bulurdu…

Teyzemler de İzmir yerleşiği olarak orada yaşıyordu ayrıca. Teyze ne, anne yarısı, biz çocuklar bundan ötürü iki anneli olarak yaşadık hep, pek çoklarının deneylediğine benzer biçimde. Denize de İzmir’de girerdik zaten, İnciraltı’da. Ege çevresi kıyılarının esamisinin okunmadığı yıllar…

Denizlili olarak İnciraltı’da denize ilk kez girişimi anımsıyorum da Denizli Garı’yla tanışmamı anımsayamıyorum bir türlü… Anımsayış, belirli nirengiler olarak geliyor insanın önüne ister istemez.

Kent avuç içi kadar henüz. Toplasan beş anayol ancak sayılabilir. Gardan çıkıldığında önünüz sıra uzanıp burayı kente bağlayan İstasyon Caddesi, Bayramyeri odağında yolun üç damara ayrılışı: Enverpaşa, Saltak, Kayalık Caddeleri… Eh hadi buna Enverpaşa’nın Delikliçınar Meydanıyla buluştuğu noktadan ayrılan iki anayolu daha ekleyelim: Lise, İstiklal caddeleri… Geri kalanı Denizli’nin ünlü “irim”leri, çıkmaz sokakları… Bu yıllardaki haritasıyla Denizli, Türkiye’nin en ilginç kentlerinden biri ayrıca.

Atatürk de, 4 Şubat 1931’de Denizli’ye gelişinde kenti irice bir köye benzetmemiş mi zaten? O nasıl gelmiş? Trenle tabii. Denizli Garı’na inişinde karşılayıcıları hazır Gazi’nin. Bizimkiler, gevrek gülüşlerle pek mutlu, pek sevecen anlatırlar bu karşılamayı…

Evimiz, bu caddelerden gara en yakın konumdaki Kayalık tarafındaydı, bizler yürüyerek de gidebilirdik pekâlâ. Ama İzmir treni er sabahta çıktığından, gara, ölgün sarı sokak lambalarının çakaralmaz aydınlığında ulaşırdık. Gece kuşlarının bile ötmeyi sürdürdüğü, henüz doğru dürüst sokak da bulunmadığı için babamın kestirmeden götürmek amacıyla neredeyse avlu aralarında, geçenekler arasında rehber olarak önümüze düştüğü gara ulaşma yolculuklarımızı unutmam olası mı? Çocuk korkularıyla bu serüvenin içinde yaşarken ben, eli kolu, kucağı, sırtı tıklım tıkış, ağır işçi sevgili babacığımı hiç mi hiç düşünemeyişimin sızısını nasıl dindirebilirim bugün?

Denizli’de taksiler 1950’lerin sonlarına doğru görünmeye başlamıştı. Tetkike giden hâkimler, hastaya giden hekimler… Bunun ötesinde bir iki taksi varsa yatıyor zaten. Kent insanının taksi kullanma alışkanlığı, kültürü başlamış değil. Dolmuşla da 196O başlarında tanıştı kent, Fordçu Salih aracılığıyla. Taksicilik yaptığı halde, sabah yoğunluğunda arabasını dolmuşa çevirir Delikliçınar’la Bayramyeri arasında üç beş sefer yapardı. Belediyenin kent içi otobüs sayısı zaten ya ikiydi ya üç. Bu yıllar Denizli nüfusu kırk binlere ancak varmış, belki biraz dolayında sekiyor, o kadar…

Fayton kullanımı yaygındı kentte daha çok, diyelim kentin o yıllar boyunca görünür bir fayton kültüründen söz etmek olası. Eğer sabah trenine yetişilmesi gerekiyorsa bir gün önceden faytoncuyla konuşulur, adam sıkı sıkı tembihlenirdi. O da hep aynı sürücü olmalıydı ki, “Bak unutur da gelmezsen karışmam haa!” diye birazcık da tehdit sezdirten tonlama yerini bulsun, bunu bir iyice kafasına yerleştirebilsin…

Sokağa girerken duyulur lastik geçirilmiş tekerleğin kaba döşeli sokaklarda taşlar arasından kayarken zıplayışı, atların çalparalı ezgisi… Oh dememişse bile rahatlamış bir soluk koyuverişi babamın. Bunu sonraki anımsayışlarımdan ekliyorum buraya. Çünkü faytonlu yolculuklarda uykudan zorla kaldırılışım, bir çırpıda ille de çişe koşturuluşum geliyor gözlerimin önüne yalnızca. Ama bir dakika; ne zaman kurulmuşsam faytona, dokunmayın artık bana, hele arabacının yanına oturmuşsam bin lunapark şiddetinde mutluyum ki hem de nasıl…

Faytondan bunca söz ederken faytoncularla yapılan pazarlıklara değinmemek olur mu? Anlatılan Denizli fıkraları arasında, faytoncu ile müşteri arasında geçen konuşmalara dayalı fıkraları nitekim biz Denizlililer birbirimizle paylaşırken yerlere yatarız gülmekten…

Ya tren yolculuğu… Denizli Garı’yla İzmir arasında çocukluğumu uçuran yolculuklarım, ardına eklenen ilk gençlik yıllarımın pencere ötesi hayalleri, kavuşup buluşma heyecanları, ayrılıkla kopuşun içe damlayan gözyaşları…

Teyzemler Kemer’deydiler o yıllar. Basmane’ye, Fuar’a nasıl da yakınlar… Ne zaman Kemer’e insek teyzem, Denizli Garı’na onlar inse annem sabun foşurtulu tas içinde mis gibi kokan mermerşahileri, tülbentleri hazırlamış olurdu. Herkesin bir iyice eli yüzü, boynu saçları temizlenecek. Bunu gözlemişim işte, o sabunlu suların tasta gide gide nasıl karardıklarının tanıklığını yapmışım.

Dedim ya, o yıllar kömürlü hep lokomotifler… Anadolu’nun ilk demiryolu olarak 1860’larda yapılmış İzmir-Aydın hattından yüzyıl sonra biz yine is pas içinde yolculuk yapıyoruz… Hele çocuklar, mevsim uygunsa ya da anne babanın kandırıldığı göz açıp kapayana dek geçiveren o kısacık anda bir yolunu bulup trenin kömür dağıtıcısı dumanına boğmuş olurdu kendilerini. Tabii bizler de. Gerçekten kömür zerrecikleri uçuşur üzerimize yapışır, saçlarımız arasında birikirdi sanki dumanla birlikte. Biraz da annemle teyzemin yalancısıyım saçlar arasında biriken bu kurumla ilgili…

Kemer’den teyzemin çocukları bizi, Denizli Garı’ndan biz de teyzemleri trenle yarışıp koşarak uğurlardık karşılıklı… Sonrasında lokomotife yenilerek düşük omuzla kalıvermek bir yerinde peronun. Peron bitimine aldırmadan aşağıya atlayıp çakıllı yolda da sürüklendikten sonra epeyce…

Denizli Garı’na hangi yönden gelmiş olursa olsun trenler aynı rayları kullanarak girer, aynı şekilde dönerdi. Bir cumhuriyet yelpazesi gibi Sümerbank taranır önce. Gece ışık seli, günse ağaç yeşili kesikli yelpaze halinde göze dolar… Derken hemzemin geçitlerle yer yer Çürüksu’ya bakarak, yer yer Eskihisar’la Laodikya hizasına yayılmış Pamukkale’nin travertenleriyle gözleşerek şakacı bir çağıltıya bırakır insan kendini. Sonra da tıkırtılarla tarihin sayfaları, coğrafyanın haritalarına dalar bir çalım…

Bir narlıktır buralar, bereket seli içinde akar tren güzlerde. Pencere camlarının indirilip öne abanılarak uzanıldığı, yürek telaşı içinde hareket halindeki trenden nar koparıldığı olur. Öteki yolculara bakınıp eh biraz da şişinerek göz kırpar bizim Denizlili, “Eeeşi inar,” der yaptığı işi küçümsermiş havasında… Gerçekten bir bereket yatağı olmalı ki burası, bugün bu doğal narlıkların yerini nar plantasyonu kaplamış durumda son yıllarda…

Ortaokula yeni başladığımız 1960-61’de Denizli’nin ünlü öğretmeni, gazetecisi Abdülgaffar Nemutlu çiçeği burnunda bir ilk öğretmen olarak derslerimize girmiş, dönem sona ermeden askere alınıvermişti. Hadii, hep birlikte, sınıfça garda almıştık soluğu uğurlama için…

Sonraki yıllarda Denizli İzmir arasında otoray seferleri başlamıştı. Küçük, ara istasyonlarda durmazdı otoray, böyle olunca daha çabuk varılırdı İzmir’e. Dönüş de aynı hızda olurdu tabii.

İstanbul’u da trenle tanıdım ben… 1963’te ortaokulu bitirdiğim yıl annem babam, İstanbul’da üniversitede okuyan ağabeyimin yanına gönderdiler görgümü artırayım diye. Anne tarafından yakın akrabalarımız da vardı İstanbul’da.

O tren taşıdı beni ilk kez İstanbul’a, tam elli yıl önce. Taşralı bir çocuğun erken sayılabilecek bir yaşta İstanbul’u tanıyışı, onunla kuşatılışının üzerimdeki etkileri üzerine ne söylesem bir eksik kalır, biliyorum. Bu yüzden Denizli Garı ile Haydarpaşa Garı arasında saatler süren yolculuğumdan söz edeyim yeter…

Annem babam kompartımandaki öteki yolculara emanet ettiler beni, ama ilk kez hem tek başına hem de upuzun yolculuk yapmanın tedirginliği bırakmıyor yakamı. Çılgınlar gibi okuduğum bir dönem öte yandan. O yıllar Varlık’ın iki liralık serisi var, dört liralık dizi de yenice başlamış. Somerset Maugham’ın Tehlikeli Geçit adlı romanını almışım yanıma. Okuyorum ama aklım hep yolculukta. Bir an olsun dikkati elden bırakmamam gerekiyor, sıkı sıkıya yerleştirmişim bunu belleğime. Yıllar sonra buldum, niye bunu seçmişim diye karıştırıp bir ipucu aradım. Tarih atmışım üzerine kitabın: 16 Temmuz 1963. Herhalde satın almış, o gün ya da ertesinde yola çıkmışım…

Denizli Garını değilse de Haydarpaşa’yı ilk kez görüşümü bugünmüş gibi anımsayabiliyorum… Ne müthiş, ne etkileyiciydi. İlginçtir burayı da Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları’yla özdeşleştiriverdim, romanı o yakınlarda okumuştum çünkü. Okumanın ötesinde o gurbet kuşlarıyla buluşur gibi olmuştum Haydarpaşa’da…

Bir de tünelleri demiryolunun… İnsanın kendisiyle oyunlar kurarak karanlıkla baş başa kalışı… Gözünü yumup açtıkça üzerine üzerine yıkılan zifiri karanlık, sonra da çoban ateşleri gibi arada bir çakıp geçiveren kızıl kıvılcımlar lokomotifin dehlizde dalgalı saçlar halinde uzayıp giden dumanlarından…

Liseye başladım Denizli’de, ablam da İzmir’de üniversiteye… Lisenin devamı için sonradan ben de gideceğim oraya. Sömestr tatillerinde İzmir’e dönüşler hep sabah treniyle olduğundan, artık otoray devredeydi, temiz bir yolculuk yapılıyordu enikonu. Babam yine faytoncuyu tembihlerdi sıkı sıkı… Kış karları örttüğünde kenti, bizimkiler kuşkuyla dikilip kirpi gibi beklerdi artık, ben çoktan uykuya dalarken onlar, “Ya gelmezse faytoncu, bu karda?” diyerek sabahı ederlerdi…

Goncalı İstasyonunda film çekildiği haberi yayıldı bir ara okulda, çocuklar arasında. Herkes akın akın Goncalı’ya taşındı… Giden, gitmiş görünen her kafadan bir laf duyuldu. Ancak benim tanığı olduğum film çekimi de belleğime öylece çakılı kaldı. Yine Denizli-İzmir yolculuklarımızın birinde Selçuk’a gelmeden önceki Çamlık İstasyonundan yenice çıkmıştık. Yöre oldukça engebeli olduğundan tren yavaşlardı burada. Nitekim bugün otoban yolculuğu bile Aydın-İzmir arasında Türkiye’nin en uzun tünellerinden biri aracılığıyla sağlanabiliyor ancak.

Kara tren de öyle yavaşlıyor ki, yürüyüş yapılıyormuş gibi oluyor neredeyse… Birden bütün kompartıman camlara yapıştık… Efe giysili bir atlı kalabalık, makineler önünde koşturuyordu… Tren dursa, daha bir yavaşlasa diye ne dualar etmiştim. Sonradan bu sahneleri o yıllar Cem Sinemasında izlediğim bütün siyah beyaz filmlerde arar olmuştum…

1950’lerde Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncuları Denizli Garı’na ayak basarak zaman zaman Pamukkale’de amfitiyatroda klasik temsiller sunmamış değil. İlk kez 1957’de başlayan Hierapolis kazıları için gelen İtalyan arkeoloji heyeti de Denizli Garının yolcuları arasında anılmalı…

Aracılığımla yapılan bir tren yolculuğunu da ben aktarıvereyim şuracıkta… O yıllar artık İstanbul’daydım; 2000 başları… Nevizade’de bir grup şairle yazarla oturmuş, önerileri üzerine topluca tren yolculuğu yapılarak Denizli’de bir edebiyat günleri etkinliği gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğini konuşmuştuk. Başı Cevat Çapan’la Turgay Fişekçi çekiyordu. Pamukkale Üniversitesi ilgilileriyle görüşmüştüm bunun üzerine. Sonunda Prof.Dr.Ünsal Özünlü’nün katkısıyla, tasarlanan etkinliğin altından başarıyla kalkılabilmişti. Ben katılamamıştım ama grup, yataklıyla Haydarpaşa’dan Denizli Garı’na uzanan güzel bir yolculuk yapmış, dönüşü de yine trenle noktalamıştı.

Yukarıda anlattıklarım hep Denizli Garı, bu çerçevede trenler, istasyonlar, demiryolları ile yani dış veya nesnel gerçeklikle ilgili oldu. Ama bir de anneciğimin dizi dibinde yaşadığım iç gerçeklik bağlamında yaşadıklarımdan söz etmeliyim…

Çünkü yüzünü bile görmediğim dayım da bir demiryolcuydu benim. Osman Tevfik Erand sırasıyla Aksaray, Bilecik, İzmit’te son olarak Haydarpaşa’da gar müdürlüğü yapmış, sonra Denizli Belediye Başkanlığı için adaylığını koymuş, ne var ki ben dünyaya gelmeden 1947’de, erken yaşta da ölmüştü…

Günün ya da gecenin apansız bir sessizliğinde Denizli Garı’ndan doğru bir tren düdüğü üşüye dona evimizin bacasından içeri düştüğünde, annem elinde ne iş varsa bırakır, doluk gözlerle uzaklara bakardı, bize göstermemeye çalışırdı ya, gözyaşının ışıltısını görürdük yine de yandan.

Annem, bekârlığında ağabeyinin yanında güzelim genç kızlık yıllarını geçirmiş, bu savrulmalardan ötürü düzgün bir eğitim görememiş, ama ağabeyinin koruyucu varlığıyla kendini geliştirip cumhuriyet kadını olabilmiş, sonrasında da babamla evlenmişlerdi.

Yıllar içinde farklı zamanlarda bu dört istasyonu da adım adım, karış karış gezdim. Oralarda hem trenlerin ruhunu aradım, hem dayımı. Ama bütün öykülerimde, romanlarımda, hatta oyunlarımda bir dayıyı da gezindirdim. Özbeöz dayımdı o benim… Bu nedenle yüzünü görmediğim bu güzel insanla birlikte, trenler de oldu bütün anlatılarımda…

Denizli’ye nereden girmem gerektiğini kestiremediğim gibi belki çocukluğuma, çocukluğum garlarıyla trenlerine girmekte de zorlanıyorum bugün… Belki de trenler çoktan bıraktı beni, ama ben onları bırakamadım.

Gönlümün bir yanı hâlâ Denizli Garı’nda çünkü. Annem babamla, dayıcığımla beni buluşturacak o rengârenk trene yetişmenin hayalini kuruyor, garlarla trenleri yeniden yaşıyorum adeta…

Son anda olsun sahanlığına tutunup hiç değilse orada olsun gezici bir sinemanın renkli sinemaskop filmleriyle akarak, hep akarak dünyanın bütün istasyonlarına uğrayıp onlara el sallamak istiyorum…

Sahi, Denizli Garı’na nereden gidilir acaba?