ROMAN: Arzum Gökçe Köle; Toplumsal Cinsiyet Rollerine Başkaldıranların Manifestosu: Le

Toplumsal Cinsiyet Rollerine Başkaldıranların Manifestosu: Le
Arzum Gökçe Köle

Şiddetin sayısız tanımı vardır. Riches’e göre, aktör tarafından meşru, sanık tarafından gayrımeşru sayılan bir fiziksel zarar verme edimidir; Rocher’e göreyse, bir kişinin herhangi bir ahlaki olmayan kelime kullanması, imalı bir şekilde bakması, başka bir kişinin duygularını incitmesi, onun bedenine ya da eşyalarına zarar vermesi… Şiddetin çeşitli tanımlarında karşılaşılan ortak öğelerse şunlardır: Kişinin canını acıtmak, yaralamak, öldürmek, mala zarar vermek amacıyla güç kullanmak, yasaya aykırı fiziki güç kullanmak, yasaya aykırı bir hedefe varmak için şiddet kullanmak ya da şiddet kullanma tehdidinde bulunmak.

Toplumu oluşturan her grup, şiddet uygulayabilir veya şiddet, uygulanabilir olmasına rağmen konu şiddete maruz kalma oranına geldiğinde kadınlar pastadaki en büyük dilimi oluşturmaktadır. Söz konusu şiddet olunca kadın olmanın yükü hiç kuşkusuz diğer coğrafyalara kıyasla Ortadoğu’da daha da ağırdır. Hele bir de M. Sadık Aslankara’nın  Le romanında yarattığı Gül Erguvan, kısa adıyla Aysel, gibi azınlık durumundaki iki alt kimliğe birden sahipseniz; o zaman bu yükün nerdeyse omuzlanamaz hale geldiğini görürsünüz.

Aysel, anlatıcının hayatına ansızın giren ünlü bir sinema sanatçısı, ama her şeyden önemlisi sevgilisi, âşık olduğu kadındır. “Adı Aysel’di.” der Le’nin başkahramanı: “Kürt’tü, Alevi’ydi. Hayır, Alevi’ydi, Kürt’tü.” (s.13)

Sıralama önemsizdir Aysel için; onun için önemli olan, bu iki etiketin, ama en çok da kadın olmanın ona ödettiği faturadır.

“Liseyi bitirdiği yıl içeriye alınıyor yardımdan, yataklıktan. Çok çabaladıkları halde örgüt üyeliğine bulaştıramıyorlar yine de. İşkenceyi olanca ağırlığıyla yaşıyor içerde, polislerin tecavüzüne uğruyor, her gün, yeniden yeniden… Anlatılır gibi değil bu… Tunceli’den Mardin’e götürüldüğünde de sürüyor karabasan. Tecavüze yeltenmeyenler dilleriyle yapıyor bu işi, sövgülerle, ağza alınmayacak aşağılamalarla; annesinden, bacılarından başlayıp kendisine, tüm kadınlara yönelen salyalı, irinli hastalık kokan aşağılamalarla…” (s.28)

Aysel hapishanede şiddetin neredeyse her türlüsüne maruz kalmıştır; pekiyi, insanları şiddet uygulamaya iten hatta insanların kadına şiddet uygulamayı hak görmesine sebep olan zihniyetin temelinde ne yatmakta, bu temel nerede atılmaktadır?

Soru bu olunca, bireyin toplumsallaşması süreci akıllara gelmelidir ve hiç kuşkusuz bu süreçte en etkili etmen ailedir.  Bu nedenle şiddeti toplumsal ölçekte anlayabilmek için öncelikle şiddet tohumunun atıldığı yer olan aile birimi incelenmelidir. Toplumdaki eril şiddet meşruiyetini, ailedeki kadın erkek eşitsizliğinden dahası kadının namus kavramı üzerinden objeleştirilmesinden köklendirmektedir. Bireylerin, karakterlerini eril anlayış boyunduruğunda geliştirmesinin sebebi hiç kuşkusuz yetiştirilme tarzıdır. Anne babanın, bilhassa yine eril alışkanlığın bir sonucu olarak çocuğu yetiştirmekle doğrudan ilintisi olan annenin, erkek çocuğu her anlamda kız çocuktan üste koyuşu, çocuklarda kadın erkek arasında eşitsizlik olmasının doğal olduğu, kadınların varlığının erkeklere bağlı olduğu ve kadının erkek için var olduğu algısını yaratmaktadır. Bu halin çocuklar açısından bu denli doğal algılanmasının sebebi ise bu algının onlara yine bir kadın tarafından enjekte ediliyor olmasıdır. Yani başka bir deyişle kadına en büyük zararı yine bir kadın vermektedir.

Geçirdiği korkunç aylardan sonra suçsuz bulunup salıverilir Aysel, doğup büyüdüğü eve döner Le’de. Kâbustan kurtulduğunu düşünürken aslında fark etmeden o kâbusu yaratanların ortasına düşer. “Dışarıda onu sevinçle, coşkuyla karşılayan kadınlar oluyor yalnız.” (s.28) diye anlatır baş kahraman, “Ama sonradan kavrayacak kadınların sevinçlerine sinmiş o kahredici zehri. Çünkü erkeklerden gizlenmesi gereken bir ayıbı varmışçasına davranıyor hepsi de ona. İçeriden çıkmış değil de cehennemden dönmüş hortlak sanki. Kirliliği hiçbir biçimde temizlenemeyecek bir kadın artık o hemcinslerinin gözünde.

En yaralayıcısı, en kanatıcısı annesinin tutumu. Hiç unutmuyor evin kapısından içeri adımını attığında, soyundurup banyoya alıyor onu. Arkası sıra kendisi giriyor. İp gibi kalmış bedenini gizlemeye çalışıyor Aysel ondan, yarasını, beresini, cılkı çıkmış bir kasa ezik meyve gibi çürümeye bırakılışını görsün istemiyor annesi. Biliyor oysa kadın her şeyi açık açık. Sıcak suyu aşılamadan, tas tas tepesinden aşağı döküyor, dökü döküveriyor, sen de nereden çıktın, der gibisine. Gıkını bile çıkarmıyor Aysel. Aşağılanmışlığını bir giz gibi sessizliğine katıp hamam oturağında öylece bekliyor…

Derken saçlarını tarıyor annesi, uzayıp akan o çini siyah suyu… Kemik tarağı sert sert indirişi, saç tellerinin burgaşıklığına takıldıkça tarak, yolarcasına hırsla çekiştirmesi kemiği… Bu arada kedi gibi inleyip ağlayarak ilenmesi: ‘Hiç çıkmıyaydın o lanet olası yerden, çıkmıyaydın da ölün geleydi… Tek ölün geleydi ama ağıtlar yakaydım ben…’ ” (s.28-29)

Aysel eril şiddetten payına düşeni bu şekilde alırken, gözlerimizi bu kez Aslankara’nın kaleminden dökülen başka bir kadın karaktere çeviriyoruz; Nurgül ya da sonraları kendi seçtiği ismiyle Perihan’a.

Perihan anlatıcının yeni kapı komşusudur. Aysel’in anlatıcının hayatına girdiği biçimde ansızın ortadan kaybolması, kahramanın deyimiyle “Gülerguvan’ın erguvanlara karışışı” anlatıcıyı dibi görünmeyen bir bunalıma, sonrasında da bir kaçışa sürüklemiştir. Böylelikle kahramanımız çareyi yeni bir eve taşınmakta bulmuştur ve Perihan’la da bu noktada tanışmıştır. “Kapı aralığına sıkışırken tam, kareye giren kadını, yüz, beden, çizgileriyle böyle böyle tanıdım.” (s.99) diye anlatır kahraman,“Boyca da ağırlıkça da iki katımdı neredeyse, ama çok güzeldi, klasik dönem ressamlarının portresini yapmak için can atacağı ölçüde hem de, bakıldığında insanın hemen gözünü çelecek yüzü vardı kadının.” (s.99)

Perihan emekli polis memurudur, oğlu Harun’un babasıyla yıllar önce ayrılmıştır. Ortadoğu’daki pek çok kız çocuğunun kaderini paylaşmıştır Perihan da. Ergenliğe adım atmasıyla ailesinin gözünde artık doğurma görevini yerine getirebilecek bir nesneye dönüşmüştür. Harun’un babasıyla evlendirilişini şöyle anlatır Perihan: “Ben on beşimdeydim, o otuzunda, daha fazla. Bir evin tek oğlu, ben beş kızın ortancası. Resme müziğe meraklıyım, ama babam bir an önce evlendirmek istiyor bizi, bıkmış bizden.” (s.105)

Beş kız çocuğunun maddi yükünü taşımaya devam edemeyen -içinde bulunduğumuz coğrafyanın koşulları göz önünde bulundurulduğunda belki de devam etmek istemeyen- baba, kızının eğitim hakkını elinden alarak onu evlendirmiş, böylelikle şiddetin bir başka boyutunu gözler önüne sermiştir.

Evlendikten sonra Harun’un babası, Perihan’ın okul sınavlarına girmesine kendi deyimiyle “göz yumar” yani en başından beri Perihan’a ait olan eğitim hakkını evlilik sonrasında ona bir ödül olarak “bahşeder”. Evlilik boyunca sadece eşi değil eşinin ailesinden de türlü alanda şiddet gören Perihan bir noktadan sonra içine düşmüş olduğu kısır döngüyü kırar: “Babasıyla Harun’un, o daha okula başladığı yıl ayrıldık, varlıklıydı ama tuhaf bir aileden geliyordu, hepsi bir oldular ezdiler sürekli beni, dayanamadım, bitsin dedim bu iş, bitirdik.” (s.104)

Çocuk gelin olarak içine atıldığı kâbustan kurtulmuştur Perihan, ancak eril şiddet bir başka ilişkisinde kendini göstermiştir bu kez de. “Kaptan” diye andığı bir sevgilisi vardır.  Perihan her ne kadar umursamaz görünerek kendini duygusal bir koruma balonunun içine almaya çalışsa da uygulanan şiddet ve bu ilişkiden gördüğü psikolojik zarar ortadadır. Anlatıcıyla yaptığı bir sohbette tanık oluruz bu durumuna: “Cep telefonunu açık bırakmış mı Kaptan, konuşuyor durmadan, çenesi de nasıl düşük adamın, vıdı, vıdı… Yanında bir yığın kadın var, sesleri geliyor kulağıma, çevresini kadın doldurmuş ya, bu da caka satacak, belli, kur yapıyor kadınlara şekerim, hem de gözümün önünde…” (s.104)

Eril şiddetin mağdurları çoğunlukla kadınlar olsa da Le’nin başkahramanı da doğrudan eril şiddetin tanığı ve zaman zaman da mağdurudur aslında. Babasının, “Yaşayabiliyorsan bunca eziyetin bedeli bu, ne sandın ya, kimse hediye etmiyor bunu sana. Bu dağlarda bırak yaşamayı; bir gün, bir saat ayakta dikilmenin ne demek olduğunu biliyor musun sen? Sofranıza gelen, gırtlağınızdan geçen o bir sokum ekmeğin ne zahmetlerlen getirildiğini, bir çintik et lokmasının neler pahasına nerelerden koparılarak önünüze konulduğunu? E, öyleyse babaya itaat edeceksiniz, itaat etmek de yetmez, iman edeceksiniz… Allahüteala, beni sizin başınıza elçi tayin etti.” (s.156) cümleleriyle, neredeyse salt Tanrı kompleksiyle yoğrulmuş algısının, zamanla anlatıcının bütün çocukluğuna işlenerek onun içsesine dönüştüğünü görürüz kitapta.

Korkudan doğan bir minnetle çarpıklaşmaktadır karakterin çocuk aklı. Babasından, başka bir deyişle egemen bir erkek figüründen gelen her şey bir lütuftur ve şükranla karşılanmalıdır. Babanın, ailenin diğer bireyleri üzerinde nasıl bir egemenliği olduğunu, çocukların kişiliklerini nasıl ezerek biçimlendirdiğini anlatıcının anılarında çözümlemeye gerek bırakmayacak şekilde bütün açıklığıyla görürüz:“… oysa babam her akşamdan yemekten sonra dışarı çıkıyor, kahveye herhal, yatsıdan sonra eve dönüyor, hepimiz eve gelişlerinde onu bekliyoruz alesta, gidişlerinde uğurlayıcı değil, eksik gidericiyiz, ya unuttuğu bir şey olduysa, o zaman bir göz atışından, kaşını oynatışından, şapkasını yıkışından en uygun hangimizsek varıp uçuyoruz, isteğini o daha söylemeden bize, başımızı kırıp hırp diye önüne bırakıyoruz.” (s.156)

Kuşkusuz aile bireyleri üzerinde kurulan bu egemenlik yoğunlukla fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bir ürünüdür. “Babam ablalarıma hiç vurmuyor, ama bana iki kez şamar indirdi, ikisinde de yeri öptüm.” der anlatıcı, “… Ablalarıma niye vurmuyor, soramıyorum, ama anlar gibi oluyorum, onları tokatlamasına, dövmesine gerek yok ki, babamı gördükleri yerde ödleri boklarına karışıyor zavallıların, onlara bakıp iyi ki oğlan olmuşum diyorum. Ama anamı ara ara dövüyor, Allah yarattı da demiyor üstelik, tekme, tokat, yumruk, neresine gelirse, sırasında odunla, sopayla… Anam elinden geldiğince kaçmaya çalışıyor, ama elini kaldırmıyor kesinlikle, kaldırsa n’olacak sanki, oda yiyip yiyip dayağı oturuyor, ağlıyor, sızlıyor, o gidince ileniyor da, sonra kızlarını topluyor başına, yarasını beresini sarıyor, defne yağı çalıyor iyileştiriyor çürüklerini, ne yapacak başka?” (s.157)

Pekiyi bireyleri şekillendiren, geçmişlerinde yatan şiddet, söz konusu cinsiyet rollerini kabullenmek olduğunda ibreyi ne tarafa saptırmaktadır?

Wodarski’ye göre, “Şiddet gören kadın duygusal açıdan katı bir aile ortamında pasif olmaya yöneltilmiştir, sosyal açıdan yalnızdır, şiddetin bütün ailelerde olduğuna inanmaktadır, saldırganın davranışlarından kendini sorumlu tutmaktadır, onun bir gün değişeceğine dair inancını hiç kaybetmez, bu nedenle itaatkârdır.  Özbenlik saygısı az ve bağımlı kişilik özelliği olan bu kadınlar, oldukça ciddi fizyolojik ve psikolojik sorunları olmasına karşılık, yaşadıkları şiddeti inkâr etme eğilimindedir, aile içi ve çevresindeki rolü gelenekselcidir.”

Öte yandan kadına şiddete tanık olan, zaman zaman şiddete maruz kalan erkekse, bunu kendine yönelik bir eğitim, “erkek olma metodu”, kadına uygulanan şiddeti de cinsiyet rollerinin doğal bir sonucu olarak algılamaktadır. Bu durumda erkek, kendi davranışları ile ilgili inkâr, küçümseme, iddiacı ve yalana yönelme şeklinde bir tutum benimser. Ailesinden aktarıldığı biçimiyle şiddet konusundaki görüşlerine bütün dünyanın katıldığını ve şiddetin günlük hayatla baş etme yollarından biri olduğu görüşündedir. İlişkiler hakkında duyarlılığı ve empati yapma yeteneği zayıftır; analitik düşünme alışkanlığı edinmemiştir.

O halde roman karakterlerinin geçmişlerinde yatan şiddet düşünüldüğünde benliklerinin nasıl şekillenmesi gerektiği aşikârdır. Kadınlar edilgen bir kimlik oluştururken, erkekler erkek doğmanın getirdiği hakları sonuna kadar kullanacak, dişiler üzerindeki egemenliğinin tadını çıkaracaktır. Ne var ki romanı incelediğimizde işlerin pek de beklendiği gibi gelişmediğini görmekteyiz.

Gülerguvan, öteki adıyla Aysel’i şöyle anlatır başkahraman: “Gülerguvan Türk sinemasının en aykırı oyuncusuydu, seyirci onu böyle tanımasa da o kendisini böyle biliyor, böyle tanıyor, böyle de seslendiriyordu.” (s.16) “… çevresine yaydığı güven, burnundan kıl aldırmaz tutum, ölçülü ama içten, heyecanlı ama soğukkanlı, saygılı ama korkusuz, patavatsız ama abartısız davranışları onu olduğundan daha güzel gösteriyordu…” (s.18)

Maruz kaldığı onca şiddet, yaşadığı onca olaydan sonra Gülerguvan, içine dönüp, silik bir gölgeye dönüşmemiş, aksine, bütün varlığıyla karşı durduğu şeyleri değiştirmeye, dönüştürmeye çabalayan güçlü bir kadın haline gelmiştir. Toplumun dayattığı etiketlere karşı duruşunu teklifsiz hareketleri ve cinsel özgürleşme bilinciyle köklendirmiştir. “Kapıyı açar açmaz erguvan tırnaklı ince zarif parmaklarıyla göğsümden telaşla itmişti belki de iter gibi yapmıştı.” diye anlatır baş kahraman tanışmalarını, “… heyecanla kapıyı örtmüş, üzerime gelmiş, sonra eğilip beni öpmüştü.” (s.18-19)

Şiddetle yoğrulan bir başka karakter olan Perihan’sa babasının onu çocuk yaşında kendinden on beş yaş büyük biriyle evlendirmesine; kocasından ve kocasının ailesinden uzun yıllar boyu psikolojik şiddet görmesine rağmen bu çemberi kırmış ve kocasından ayrılarak kendine bağımsız bir hayat kurmuştur. Aysel gibi güçlü ve teklifsiz bir karakterdir o da; bir o kadar hayat dolu.

“Kapıyı açmamla içeriye giriverdi o, bir an olsun beklemeksizin, bir kararsızlık yaşamaksızın, duraksamaksızın.” (s.102) diye söz eder başkahraman, Perihan’dan; devamındaysa, “Murattisi, anahtarları, anahtarlığında kendisi gibi iri memeli kadın kabartması, kendi dairesinin salonuna geçmişçesine rahatlık içinde gidip üçlü koltuğa kuruldu, bacak bacak üzerine attı, eteğini bir yörüngede gezdirircesine. Bunun Türkçesi kendini karşıdakine zorla konuk ettirmek!” (s.103)

Başkaraktere gelince, kadın karakterlerden farklı olarak, oldukça hassas, alabildiğine naif, kendi tanımlamasıyla,“yalnız, kupkuru, karamsar, mustarip, güvensiz”dir. (s.18)

Aysel’in tanıştıkları anda başkarakteri öpmesi, Aysel için yalnızca doğalında gelişmiş, üstüne düşünülmemiş bir eylemken -toplumun biçtiği duyarsız cinselliğe her an hazır erkek rolünün aksine- anlatıcının kafasında birbirine bağlı pek çok sorunun üşüşmesine sebep olmuştur: “Ne yapacaktım? Bundan sonra nasıl davranmam gerekiyordu? Şu deli kız rastlantısal olarak bir anlık çakımla mı öpmüştü beni, yoksa önceden tasarlayıp beni seçtiği bunu uygulamaya koyduğu için mi?” (s.19)

Tüm kafa karışıklığına rağmen, ilişkilerinin kontrolünü tamamen Aysel’e bırakır anlatıcı; beklenenin aksine, Aysel’in dişil egemenliğini kabul eder.

Eril şiddetin bireyler ve bireylerin cinsiyet rollerini algılaması üzerindeki olası sonuçlarının okumasını Le romanı üzerinden yaptığımızda, M. Sadık Aslankara’nın dengeleri altüst ettiğini, varoluşlarını ters yüz eden karakterleriyle toplumdaki kadın-erkek rolünü yeniden biçimlendirdiğini görmekteyiz. Edilgenliği reddedip harekete geçen, haklarını arayıp istediklerini alan kadınların yanı sıra, kontrolü kadınlara bırakan, “naifliği ve güvensizliğiyle” alışılagelmiş erkek kalıbının dışında bir tutum sergileyen erkek(ler)le örülü bir dünyadır Aslankara’nın okuruna sunduğu. Şiddetin içinden süzülüp gelen geçmişlerine bakıldığında, karakterlerin romanın içinde silik tutumlarıyla hayat bulmaları gerekirken, ezber bozan duruşları dikkate alındığında ise, hiç kuşku yok ki bir çeşit “toplumsal cinsiyet rollerine baş kaldırı manifestosu”, kadınlar için hâlâ bir umut olduğunun cesaret uyandırıcı işaretidir.

 

­­­­­­­­­­________

Kaynakça:

Aslankara, M.Sadık, Le, Roman, Can Yayınları, 2010

Violence Against, Women, WHO Consultatiton, Geneva, 5-7 February, 1996, FRH/WHD/96.27.

Rodriguez  MA, Bauer HM, Mcloughlin E, Grumbach K. Screening and intervention for intimate partner abuse: practices and attidues of primary care physicianss. JAMA 1999; 282: 468-74.

The Anthropology of  Violence, 1986