Romanı, cürmü kadar olsun ses getirebilecek miydi?
Asuman Kafaoğlu Büke
Radikal Kitap, 29.08.2014
Seksen yaşına basmak üzere olan bir yazarı anlatıyor M. Sadık Aslankara. Sanat ve edebiyat ortamının hayalkırıklığına uğrattığı, biraz küskün bir yazar bu. Yıllar sonra doğduğu kasabada bir tiyatro eserinin sahnelenmesi için davet ediliyor…
Ben kimim? “Ben” dediğim şey, o güne kadar öğrendiklerimin toplamından mı oluşuyor? Deneyimlerim mi? Doğduğumda rastgele seçilmiş bir isim mi? Yoksa diğer insanların üzerime yapıştırdığı etiketlerden oluşan bir derleme mi “ben”? Bu noktada ikinci bir soru çıkıyor karşımıza, diğer insanların algıladığı ile “ben” aynı varlık olabilir mi?
Öğrendiklerimizin, yaşam deneyimlerimizin, hayal ve düşüncelerimizin oluşturduğu bir benlik bazen yeterli olmaz varlığı tanımlamak için. M. Sadık Aslankara, Ömürdeğer adlı yeni romanına bu sorularla başlıyor ve ontoloji sorularına bir yenisini ekliyor: “ben” olarak bildiklerim, ne kadar bana ait? Gerçekten de günümüz insanı için çok temel bir soru bu, özellikle hayatını diğer insanların yazdıklarını okuyarak geçiren insanlar için. Bilgi bombardımanı altında yaşayan insanlar olarak, düşüncelerimin ne kadarı bana ait, ne kadarı farkında olmadan zihnime yığılan düşüncelerden oluşuyor? sorusu önem kazanıyor. Romanın başlarında kahraman bu zihin bulanıklığını dile getiriyor: “Onları pek beğendiğime, hayranlık besleyip düşüncelerini izlediğime, yazınsal edimlerini benimsediğime göre onların, yoksa ben, ben değilim de Leyla, Erdal, Tahsin, Ferit miyim?” diye soruyor.
Aslankara’nın roman kahramanı belki “ben” ayırımının bulanıklaştığı bir yaşta olduğundan, sorular derinleşiyor. Seksen yaşına basmak üzere olan bir yazarı anlatıyor roman. Sanat ve edebiyat ortamının hayalkırıklığına uğrattığı, biraz küskün bir yazar bu. Yıllar sonra doğduğu kasabada bir tiyatro eserinin sahnelenmesi için davet ediliyor.
Bir Mutlu Varlık
Cumhuriyet’in onuncu yılında doğduğu için geleceğe umutla bakan savcı babası tarafından Mutlu Varlık adı verilen bu çocuk aynı zamanda cumhuriyet tarihini simgeliyor. Kendisiyle aynı yaşlarda ve roman içinde çok sık eserlerine ve düşüncelerine yer verdiği, sadece önadlarıyla andığı yazarlar, Leyla, Tahsin, Ferit ve Erdal gibi o da 1930’ların çocuğu ve 50 kuşağı yazarları olarak anılan yazardan biri. Fakat adının aksine, ne bu yazarlar gibi edebiyatta varlık gösterebilmiş, ne de hayatı boyunca mutlu olabilmiş.
Mutlu Varlık hayatını edebiyata vermiş fakat bir ara öykü yazarı olarak kazandığı üne tiyatro eserleriyle bir daha ulaşamamış bir yazar. Şimdi ise yıllarca göz ardı edilen oyunlarından biriyle kasabanın gündeminde. Kasabaya geldiği günün akşamında onu tiyatroya genel provayı izlemek için götürüyorlar, yönetmen ve oyuncularla tanışıyor. Bu noktada ilginç bir katman giriyor romana, sahnede oyununu yorumlayan sanatçıları izlerken, kendi hayatında iz bırakmış ve yarattığı karakterlere ilham kaynağı olmuş kadınları hatırlamaya başlıyor. Kendi çocukluk ve gençlik günlerinin anıları sahne üzerinde ona adeta hayatını yeniden yaşatıyor. Kendisinden yaşça büyük üç ablası, annesi, daha sonra karısı, kızı ve torunu derken kadınlarla çevrili hayatında kadınlarla barışık bir yaşamı olmadığını anlıyoruz. Kaybetmenin belirlediği ilişkiler olarak yaşıyor kadınlarla çünkü ilk hatırladığı şey büyük ablasının evlenerek evden ayrılışı. Diğerleri bunu izliyor. Hep terk edilmişlik duygusu bırakıyor kadınlar geride. “Bir yıkıntıyım ben; annesinden, kızından artakalmış harabe, ören yeri, deprem artığı…”
Yazar ve cumhuriyet tarihi
Roman bir tek kahramanın hayat hikâyesi merkezinde gelişiyor fakat bir yandan da bu hayat, bütün bir yüzyılı kapsayan cumhuriyet tarihini simgeliyor. Aslankara roman boyunca “değirmen” simgesini motif olarak kullanıyor. İlk başlarda duyguları ve düşünceleri öğüten bir makine olarak algılıyoruz insanı, bir değirmen insan olarak; sonra hayatı acımasızca öğüten, toza çeviren, yok eden, un eden bir varlık olarak gösteriyor değirmeni. Harapdeğirmen, küsdeğirmeni, öddeğirmeni, zırdeğirmeni, ündeğirmeni, susdeğirmeni… Tüm değerlerin hızla yok edildiği hayatları anlatıyor. Ve aynı zamanda tüm değerleri yok eden bir cumhuriyet tarihi.
Bu ülkede aydın olmanın çıkmazlarını biraz Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Kış Uykusu”nda anlattığına benzer bir portre ile anlatıyor Aslankara. “Her şeyin değiştiği bir çağda, kitapçıların, kitap seçmenin unutulduğu, para çevresinde güneş gibi merkezkaç kuvvetiyle dönülen, bu hız karşısında sürekli yenilgi yaşayan böyle bir dünyada her gün milyon milyon dosya dolaşıma çıkarken bunların arasında kendi romanı, cürmü kadar olsun ses getirebilecek miydi peki gerçekten?” Romanın en etkileyici satırları kahramanın kendi yazarlığını sorguladığı bu satırlar. “Nedir beni başarısız kılan yazı sanatında?” diye soruyor kendine. Kuşağının başarılı ve ses getirmiş, ortalığı sarsan romanlarıyla karşılaştırdığında kendi eserlerini “bir türlü büyümeyen” hep cenin halinde kalmaya mahkum eden şeyin ne olduğunu sorguluyor. Ve romanın en içten sorusunu yöneltiyor okura. “Bir yazar kendisini severek mi geliştirir kaleme aldıklarını yoksa kendi dışındaki ben’leri, kendi toplumunu, insanlığı severek mi?” böylece romanın başındaki “ben” sorusuna yazarın boyutunu katıyor.
Roman özellikle okuru sarsacak türden bir dile sahip. Tam da 50 kuşağının çok gelişmiş sözcük hazinesini kullandığı gibi bir dille yazıyor Aslankara. Dil devrimine inanmış, yeni sözcüklerle sürekli dili geliştirmiş bir kuşağın yazarını okuyoruz. 1948 doğumlu Aslankara bu kuşağın yazarı değil aslında ama romanında bu ruhu yansıtıyor. Edebiyatımıza yön vermiş bir kuşağın yazarlarına selam gönderiyor Ömürdeğer ile.
ÖMÜRDEĞER
M. Sadık Aslankara
Can Yayınları
2014, 264 sayfa, 20 TL.