ROMAN: Cahit Armağan; ÖMÜRDEĞER

Sadık Aslankara ve ÖMÜRDEĞER Üstüne
(mektup gibi)
Cahit Armağan

Sevgili Sadık, mektuplar unutuldu mu gerçekten. Gençlik yıllarımızın mektuplarının, hani şu “edebi mektup” türü içine sokulup yayımlanmış mektupların, düş ve düşünce dünyamıza bıraktıkları tadı bugün de duyumsarım. “Tadı damağımda” denir ya, o tadı özlerim, o tat, insan içtenliğini, kıskançlıktan, toplumsal oluşumda yer edinme, orada görünür olma şeytanlıklarından uzaklığı, dostluğu simgeler.

Kaç yıl geçti sevgili Sadık, yarı insan ömründen biraz fazla diyelim; çok mu? Buncacık kısa bir zamanda ne çok çürütmüşler bizi.

Ömürdeğer’i (1) okurken, roman boyunca bu çürütülmüşlük izleğinden çıkamadım bir türlü. Şunu demek istiyorum sevgili Sadık, Ömürdeğer benimle ilişki kurdu. Anlatmak istediğim ilişkinin olay izlemek, söz sanatları yakalamak gibi yüzeysel bir ilişki olmadığını bilirsin.

Onunla ilişkim, ona koyduğun adla başladı. “Ömürdeğer”, hemen “ömre değer”e götürdü beni, ama böylesi kolay anlam bağlanımından çabuk kurtuldum. “Ömür”deki yönelme eki (-e), yönelmenin, eklendiği sözcüğe doğru olduğunu anımsattı. Birleşik bir sözcük olmakla birlikte Ömürdeğer, “ömre değer” gibi bir tümceydi de. Ama bu tümcede ömür, “ömre değer”de olduğu gibi yönelinen değil, yönelendi, özneydi, Mutlu Varlık Tunçoku’ydu. Dilin, önce kendinde görünürleşmesinin (anlamlaşmasının –rasyonelleşmesinin-), dış yaşamdaki görünümüydü bu. (2) Romanı okudukça, Mutlu Varlık Tunçoku’nun, beğenilmeye, ünlü olmaya yöneldiğini gördüm. Yönelinen, “Beğenilmek”, “ünlü olmak”tı; güzel bir ömür değildi örneğin. Ömür, başka deyişle canlının canlı kalış sınırları içindeki yaşamı, bir başka deyişle Mutlu Varlık’ı oluşturan dirimsel dil ve insan dili, dışa yönelim duruşu sergilerken, kendiliğine (içe) yöneliyordu aslında. Oysa dil, sanat yapıtı üretmekte olduğu sırada bile, kendi üstünde işlerken (çalışırken), kendinde görünürleşme edimi dışında, dışa (yapmaya) yönelmek durumundadır. Dilin içe yönelimi, “olmaya” yönelimdir. Günümüz insan gerçekliğiyle kapitalizmin desteklediği “olma” yönelimi buluşturulduğunda, “ömre değer” değil, “ömürdeğer” çıkıyor karşımıza. Bu ömür, başlangıçta kendi olmaktan başka değeri olmayan, yaşam boyunca yavaş yavaş değerler oluşturup dolan bir ömürdür; ama oluşan değerler günümüzde, kendi dilini kendine özgü kurallılığı içinde oluşturan kapitalizm ve onun dizginsiz öne çıkışını temsil eden emperyalizmdir. Bu açıdan bakınca romanın adının, romanın başkişisini, “Günümüz Türkiyesi”nin toplumsal ve bireysel yapılarına uygun olarak sarıp sarmalamış olduğunu görüyoruz.

Okur-yapıt ilişkileri, yazardan ayrı bir yerde durmalıdır kuşkusuz. Benöyküsel anlatımlarda okur, bu ayrı yeri zor bulur diyelim ama elöyküsel anlatımlarda bile (her ne kadar tanrısal bir anlatım olduğu söylense de) anlatıcıyla okur, arada bir örtüşüverir. “Sonra babası Zafer gazozu ısmarladı oğluna…” (S:26) söylemi, en az yazarın yaşında ve Denizli yöresinden olan bir okuru, Denizli ve çevresinin o ünlü gazozunun tadına götürür. Hemen arkasından “Saraykent ihtiyarlarının vakitler beklediği kahveyle büfeyi…” (S:26) söylemindeki beklenen vakitlerin namaz vakitleri olduğunu yazardan başka hangi anlatıcı bilebilir.

Benim kuramımda, sanatçının ya da ozanın yanında bir de sanat tarihçisi gerekli görülür. Yüz yıl sora, Ömürdeğer okuru, Ömürdeğer’de Zafer gazozunun tadını, beklenen vakitlerle toplumsal durağanlığı algılayamayacaktır. –Yüz yüze olsaydık, bana gülümseyerek bakacaktın sevgili Sadık; öyle ya, yapıt ömrü haftalar değil günlerle ölçülür oldu. Bunu da kabullendik ya, lânet olsun bize. Gene de ben, enayiliğime sığınarak, çağdaş olmayan duruşumu sürdürmekten yanayım.- Neyse, kaldığım yere  dönüyorum. Sanat tarihçisinin zorlu işi de burada başlar. O, sözü edilen gazozun tadını ve roman yaşamına geçmiş toplumsal durağanlığı algılayacak ve çağdaşı okura algılatacaktır. Evet, yazınsal olanın da, “alışılmış biçimiyle edebiyat tarihçisi” olmayan bir tarihçisi olmalıdır. Sen bu işe istersen “yazınsal insan tarihçiliği” de. Böyle bir işin, işlerin çok ağırlarından biri olduğunu bilerek söyledim şu son tümceyi.

Yaşanıp geçilenleri deneyimleyerek geçmekle, deneyimlemeden geçmek, başka deyişle, gerçekten yaşamadan sürüklenmekten söz etmeliyiz. Başkişinin, sapkınlığa dönüşmüş bir “var olma istencinin” ardı sıra, yaşamın ne olduğunu çözümleme girişimleriyle karşılaşıyoruz roman boyunca. Bu sürüklenmelere yapışık buruklukların, acıların üstünde yürüyoruz. Hiç de kutsanamayacak, temelleri birilerinin çıkarları üstüne kurulmuş “insanın sözde değerlenişi”nde oluşmuş dizgesel burukluklar, dizgesel acılar bunlar. Mutlu Varlık Tunçoku’yu, bu sinsice çürütülmüş ve çürütülmekte olan insan serüvenini izler gibi izliyoruz sürekli. İşte bu izlekteki ilişki sevgili Sadık, okurla roman arasındaki derin ilişki bence bu tür bir ilişki.

Mutlu Varlık Tunçoku, bir çeşit “ben (ego)” ile “kendilik (ben farkındalıkları bileşimi)” karmaşasına düşüyor. “Yazdıklarımla mı ben olacağım ben, Karyalıyla mı? Ne fark ediyor, yazı da ben’i tanımlayan bir öteki değil mi, Karyalı da öyle! İki özne yarışıyor, hangisi daha çabuk, daha çok ben yapacak ben’i…” (S:18) Tanımlayanla serimleyeni karıştırıyor Mutlu Varlık; kendi yazdıklarını “öteki” sayarak, yazdıklarıyla tanımlandığını düşünüyor. Birey, ötekilere göre tanımlanır kuşkusuz ama bireylik, bir insan dili, başka deyişle kendilik biçimlenişidir ve o, yazıda serimlenen olarak ortaya çıkar ya da çıkmalıdır. Bir yapıtın sanat yapıtı oluşunu da bu çıkışın gücü sağlar zaten. “Ben”, ilkanlamın (2) dirimsel gerçeklik(biyolojik gerçeklik) ve dış gerçeklik gibi iki gerçeklikle uzlaşımı olarak düşünüldüğünde, Tunçoku’nun, insanı çözümleme konusunda bilgi yetersizliği ortaya çıkıyor. Temelini, kapitalist toplumsallanışa sinmiş olan, sanat yapıtının mallaştırılması (metalaştırılması) olgusunda bulan bu gerçeklik, Tunçoku gibi nice yazarın “olma” çukuruna kolayca düşmesine yol açıyor olmalı. Dönüp ülkemize baktığımızda, bu gerçekliğin, kapsama alanı oldukça geniş bir gerçeklik olduğunu görebiliyoruz.

Karyalı’nın Mutlu Varlık Tunçoku üstündeki etkinliği, Tunçoku’nun yeniden biçimlenişine yol açabilir; oysa Mutlu Varlık’ın kendi yazdıkları, oluşmuş olan kendiliğini serimler ancak; bu yüzden, onun kendiliğini belirleyen özne olamaz. Aynı bölümcede Mutlu Varlık’ın “ben olmak” dediğinin, “değer verilir olmak” olduğunu görüyoruz. Bir bakıma, “seçilmiş olma”yı istiyor Mutlu Varlık. “Peki ben, gerçekten ben olabilecek miyim? Yoksa erbabı kalemin hep solda sıfırmışım gibi, göstermelik de olsa bir türlü değer kondurmaya gönül indiremediği oyun yazarı olarak mı kalacağım?”

Kapitalist kurallanışlar dizgesi içinde eğitilmiş olduğu çok belirgin olan başkişi (Tunçoku), değer verdiği kişilerle, kendince yarış halinde; “olmak” için çaba göstermek değil de “yapmak” için çaba göstermek gerektiğini anlar gibi olduğunda bir umarsızlığa düşüyor. “Ah Haldun Bey, ne yaptınız siz öyle, hiçbirimizin bir türlü altından kalkamadığı bir ağırlık yıkıp üstümüze; hem öykünün hem tiyatronun ta yüreğine girdiniz, ah siz yok musunuz, siz…” (S:18) Böyle işte, içindeki eziklik, bir kurda, daha çok çocukluk ve ilk gençlik edinimleri olan değerleri tırtıklayan, düpedüz kapitalist bir kurda dönüşüyor. “Ben başaramamıştım da onlar mı başarmış, öykü roman yazmanın ustaları arasına katılmıştı, yoksa yazar yazmaz onların kitapları, metinleri öne çıkarılıp kutsanmıştı da, benimkiler cami duvarı yıkıntısına bırakılmış kundakta bebelerin yazgısını mı paylaşmıştı…” (S.18)

Besbelli şunu öğrenmişti yaşamının olgunluk (!) denilen döneminde; öne çıkmak, öne çıkarılmaktır ya da öne çıkarılmayı başarmak; birçokları gibi değil, “hepsi”ne yakın çokları gibi. Burada “öğrenme” sözcüğünü yanlış kullandığımı bile düşünüyorum sevgili Sadık, başarmanın “öne çıkarılmak” olduğu, anadili gibi soğuruluyor sanki. Gene de kapitalist dizgelenişin, Tunçoku’da, onun çocukluk ve ilk gençliğini sağa sola iteleyerek ancak kıçın kıçın yerleşikleşmeye çalıştığı zaman zaman belli oluyor. Öyküde romanda kendini kanıtlamak gerektiği inancı, ustaların, hem öykünün hem tiyatronun yüreğine girdikleri inancıyla buluşuveriyor. “Başarma”nın bir şey olmakla değil, bir şey yapmakla gerçekleşmesi gerektiği bilgisi, büsbütün silinip atılmamış sanki içinden. Buna karşın, başarı bir öç almaksa içinde yaşadığı dizgeden, “niçin başarmak” sorusunun yanıtı, Mutlu Varlık’ın içindeki yıllanmış kireci söndürmekse, “bir şey yapma”nın ölüme yattığını, “bir şey olma”nın dirilip kalktığını görürüz ve bu görüntü, kapitalist gerçekliğin insanı hangi derinliklerine dek çürüttüğünün görüntüsüdür. “Ama başarmak için, bunun için adadayım, sürgünde yani, göçdeğimenimde, başarmadan, öyküde romanda kendimi kanıtlamadan çıkmayacağım bu adadan. En iyi öç bu; başarmak. Başka hiçbir merhem iyileştirmez artık beni, hiçbir ilaç söndürmez içimde yıllanmış kireci, yalnız başarmak.” (S:18)

Hangi “yapma”, örneğin en güzel, en sağlam yapılı öykülerse yapılacak olan, onları yazmayı başarma, bir öç olarak değerlendirilebilir? Bütün yapımların gerçekleştirilişindeki başarı, bir sevinç, bir coşku, bir özgüven doğurabilir ama onların bir öç alma duygusu yaşatabilecekleri asla düşünülemez. Bu nedenle, başarıyı öç alma çabası olarak değerlendirir duruma gelen Mutlu Varlık’ın çabası “yapma” değil “olma” çabasıdır kuşkusuz. O, gerçekten “yapma”ya çalışmakta ama “yapma”nın kesinlikle bir olmayla, değer verilen olmayla taçlandırılmasını istemektedir. Ne ki, “olma”nın birilerinin çıkarları doğrultusunda “öne çıkarılma” olduğu ve o birileri için, “yapma”nın ikincil olduğu bilgisi güncel gerçeklik olarak yerleşmiştir kendisine. “Biliyordum, emindim artık, bu yazar ormanının güneş görmeyen yerinde, sürekli kar baskısı yaşayan yoksul ağacı gibi gedik güdük, gelenin geçenin elini uzatıp tohurundan, tohumundan bir şeyler kopardığı, keçilerin durma kemirdiği bir sürüngen ardıcıydım besbelli.” (S:14)

Evet, tüketim ekonomisinde birincil olan, büyük olanı, elli yılda yüz yılda bir yapılma olasılığı olanı öne çıkarmak değil, bir yazar ormanı yaratmaktır. Kapitalist yapılanışta sanat yapımcıları fabrika, sanat yapıtları mal (meta) olarak değerlendirilir ve onlardan çok üretilmesi gerekir. Bu yüzden, yazarların, akademisyenlerin boylarınca sıralanmış kitapları vardır; çoğu gereksiz ve saçma, analar günü, babalar günü, benzeri ödül günleri türetilmiştir. Orman, bu olguyu içselleştirmiştir, Tunçoku da. Artık O, ormanda bir orman ağacı olmanın sıradanlığını kabul etmiş olduğunun bile ayrımında olmadan, oldum olamadım kaygılarıyla kendi dramasını yaşar. Kapitalist dizgelenişte oluşmuş bir Türkiye yazarıdır Başkişi. “Türkiye yazarıdır” söylemini özellikle koyuyorum, kadın hakları gibi lâiklik konusunda da, sanat yapma konusunda da dişe dokunur bir emeği olmayan, bütün bunların, müslüman bir kapalı ekonomi imparatorluğu toplumunun üstüne yapıştırılıverdiği bir lâik cumhuriyet toplumunun çocuğudur o. “Ablaları, annesinin birer kopyası halinde nasıl da siliktiler, upuzun günler boyu birer dilsiz Troya kadını halinde yalnız gözleriyle konuşan, acılarını, düş kırıklıklarını, koyuluğu sulandırılsa bile rengi asla açılamayacak hüzünlerini gözleriyle devrederlerdi birbirlerine. Evlerinin prensi, mutlu varlıkları için yaratılmıştı onlar, hep Mutlu Varlık çevresinde dolanırlar, kendi yaşam döngülerini de buna göre ayarlarlardı.” (S:165)

Kadınlarına, erkek egemenliğinin kutsatıldığı bir toplumda, erkeğin “yapma”yı değil “olma”yı öncülleme eğiliminde olması doğaldır kuşkusuz. Tunçoku’nun üstben’inde, müslüman bir imparatorluğun temsilciliğini yapan bu doğallıkla, Tunçoku’nun, yüzyılların kurumlaşımlarını devirmeye yönelmiş bir cumhuriyetin çocuğu olması olgusu arasında bir çatışma doğması da doğaldır. “Yoksa, yoksa başkalarının yerine göz dikmiş bir hasta mıydım ben? Eğe hastalıksa bu, yalnız ben değildim ki bu mikrobu taşıyan. Tüm mesleklerin üyeleri bu kronik hastalığa yakalanmıştı aslında. Başta siyasetçiler, asker sivil görevliler, ahlakçılar, şunlar bunlar herkes böyle bir ikiyüzlülük sergilerken bunlara bakarak kendimi masumlar sınıfına ayıramaz mıydım ben?” (S:253)

Sevgili Sadık, bu çatışmanın bir hastalık olup olmadığının belirlenmesini psikiyatrlara  bırakıyorum. Benim gözlemlediğim, Emperyalist atların sürekli kişnediği günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin “yazar ormanı”nında, ne yazık ki bu çatışma bir gerçeklik. İşte bu nedenle, uçarı bir anlatı izlenimi veren romanını –Ömürdeğer’i- gerçekçi bir roman olarak değerlendiriyorum. Eline diline sağlık.

(1) M. Sadık Aslankara, ÖMÜRDEĞER, Can Sanat Yayınları.

(2) Cahit Armağan, ÇİZGİNİN DIŞI (bir sanat felsefesi ve şiir), Afrodisyas Sanat Yayınları.

 

(Cahit Armağan’ın yukarıdaki yazısı, BirGün Kitap’ta 7.11.2014’te, ayrıca Afrodisiyas Sanat’ın Kasım 2014 sayısında yayımlandı.)