ÇİĞDEM ÜLKER
ARASINA HAYAT KOYDUĞUMUZ DEĞİRMEN
SADIK ASLANKARA’DAN ÖMÜR DEĞER
“Ömürdeğer” (1)i bitirince; Sadık Aslankara’nın, roman türüne yepyeni bir soluk getirdiğini, onu farklı tanımlara taşıdığını düşündüm. Aslankara’nın romanı, hayata ait bir anlatı olmaktan ötede, çağı, bireyi ve toplumu farklı bir biçemle anlatan ‘yeni’ bir roman.
Ömürdeğer; Aslankara’nın bugünü ve uzak geçmişi, aynı potada harmanlandığı bir metin. Yazar, romandaki zaman atlamalarını öylesine devingen bir üslupla doğallaştırmaktadır ki farklı yaşlarında tanıdığımız roman kahramanı yavaş yavaş bütünlenir, döngüsünü tamamlar ve karakter gözlerimizin önünde ayrımtıları ile oluşur.
BİR ROMAN KAHRAMANININ ÖRÜLÜŞÜ
Romanın baş kişisi Mutlu Varlık Tunçoku seksen yaşlarında bir edebiyatçı, bir oyun yazarı. Doğduğu Ege kasabasına gelişiyle açılır metin. Buradaki yerel tiyatro, oyununu sergileyeceği yazarı davet etmiştir. Bu bölümde, Tunçoku’nun bu iki günlük ziyarette hissettiklerini, çocukluk anılarını, ailesi ile ilgili ayrıntıları, kasabanın dünü ve bugünü üzerine yorumlarını okuruz. Bir roman karakterinin ilmek ilmek örülüşüne tanık oluruz. Kahramanın iç konuşmalarıyla oluşur kurgu. Metne giren diğer kişilerin tanıklıklarına başvurulmaz ve hiçkimse kahraman hakkında konuşturulmaz. Mutlu Varlık Tunçoku, hem kendini hem kasabasını gözlemlerken biz de onunla birlikte dolaşır, etrafı seyrederiz. Yakında kentsel dönüşüm’e uğrayacak bir kasabadan, (Sarayköy’den) ormanını çoktan yitirmiş bir doğadan, paragöz yazar bozuntularının mekânı olmuş kent kütüphanelerinden, kabristandan, arka sokaklardan geçeriz. Hiç kimsenin ince şeyleri anlatmaya zamanının olmadığı bir çağda, yazarın deyişiyle “kalınlar”ın yaşadığı bir dünyada, onun umarsız bakışlarıyla biz de görürüz manzarayı.
AYNADAKİ SONSUZ GÖRÜNTÜ
Duvarları ayna kaplı bir odada kendine bakan bir adamın gördüğüdür gördüğümüz. Gerçek özne; sahih olan nesne, aynanın farklı açılarından başka başka görünmekte ve özne, kendisinin değişik yansımalarını kendi gözleriyle algılamaktadır.
Mutlu Varlık Tunçoku’nun kendisi hakkında düşündükleri, aynalardaki sonsuz görüntüyü bir arada görebilmesiyle ilgilidir. Şimdi o aynalara bu ülkenin seksen yıllık macerası, Cumhuriyet’in utkuyla başlayan ama artık örselenen, hırpalanan, horlanan yüzü de yansımaktadır.
Tanıdık ve yaşayan bir kişidir Mutlu Varlık Tunçoku… “yazamama korkusu” , içdökmeleri, kendini sorgulaması, hesaplaşmaları, unutulmanın acısı onu canlı bir roman kişisi kılan unsurlardır. Öte yandan; adeta bir simge kişiliktir. Çoktan yitirdiği hayalinin ve onu umursamayan ülkesinin enkâzının üzerinde modern bir Ahmet Celal hayaleti gibi dolaşır.
1933 doğumludur, kasabanın cumhuriyet savcısı olan babası onuncu yıl’ın onuruna ona “Mutlu” adını koymuştur. İkinci adı “Varlık” da özel anlamlar taşır; genç devletle yaşıt, modern bir edebiyat dergisidir Varlık. Nitekim ilerleyen sayfalarda kahramanın ilk yazısının da bu dergide yayımlandığını da öğreniriz. Soyadı “Tunçoku” Atatürk’ün manevi oğlunun “ Tunçok” soyadı ile neredeyse aynıdır. Ailenin tek erkek çocuğu olan Mutlu Varlık’ın bu küçük kasabadaki memur çocukluğu, evdeki konumu, ablalarıyla ilişkileri, babasının ikircikli konumu akıcı bir dille anlatılır. Seksen yaşındaki hali ile tanıdığımız Mutlu Varlık’ın niçin böylesine mutsuz bir varlık olduğu; niçin ömrünün kara yıkıntıları üzerinde bu kadar kimsesiz yürüdüğü; hayatını bağladığı değerlerin niçin böylesine kolay yıkıldığı geçmişten kopuk anılarla anlatılır. Bu; sadece onun değil bir bakıma seksen yıllık cumhuriyet serüveninin de tarihidir ve aslında kişilerin karakter oluşumlarında, davranış açıklamalarında yaşadıkları toplumsal koşulların ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır bize.
BİR YANDAN DA BİR KENT ROMANI OLUŞMAKTADIR
Yaşlı yazar Mutlu Varlık’ın trenden inip kente adım attığı andan itibaren Sarayköy’ün geçmişi ve bugünü resmedilmeye başlar. Ruhlarımızın çerçevesi, ebeveynlerimizin yurdu, nereye gitsek ardımızdan gelen kentlerimiz; yeni egemenler tarafından nasıl da kolayca gözden çıkarılıvermekte, dönüşüm projeleri ile kasabalarımız, nasıl da kimliğinden koparılmaktadır. Umarsızlık içindedir roman kişisi. Deniz kıyısındaki bu sulak kasabanın içinden geçen akarsuların üstü kapatılmış, hepimizin bildiği bir Türk mahalle geleneği olan sebil çeşmeler çoktan yok olmuş, hepsi birbirine benzeyen azman köylerden biri olmuştur; Ege’nin saray çağrışımlı Sarayköy’ü.
“Şişe sularının ortalığa yayılışıyla çeşmelerin kayboluşu arasında bir bağ kurulabilir, araştırmalı bunu” diyerek (sayfa 27) olası bir ilişkiye dikkatimizi çeker Yazar.
Anadolu kasabalarında vahşi kapitalizmin acımasız talepleri yaşanmakta, toprak süratle el değiştirmekte, kasabanın çocukları, yabancı sermayenin turistik otellerinde hizmetçi olmaya birbirleriyle yarışarak gitmektedirler.Tarım, hayvancılık, küçük esnaf çoktan yok olmuştur. Roman bu bölümde ta Göktürk yazıtlarına kadar götürür beni. M.S 735’den kalan runik alfabeli metinlerdeki söylemdir bu. Çin emperyalizmine karşı toplumunu uyaran Bilge Kağan’ın sözlerini hatırlar insana: “Beylik erkek evlatların kul olacaktır; hanımlık kız evlatların cariye.”
Ömürdeğer’in Tunçoku da kapitalizmin bu çok eski taktiğinin şimdilerde nasıl geçerli olduğunu düşünerek kasabasının ve hemşehrilerinin durumunu seyreder:
“Kadınıyla erkeğiyle bütün adalılar onların hizmetindeydiler yine de. Velinimetleriydi çünkü bu tuhaf zenginler, köle gibi davrandıkları halde kendilerine. YABİR Kulübü Dinlenme Tesisleri; Birada çocuklarının işlenerek ellerinin eh biraz para gördüğü bir fabrikaydı, kim şikayetçi olabilirdi ki bundan? Oğlanlar garson, komi, aşçı yamağı, güvenlik görevlisi olurken kızlar da manikürcü, pedikürcü, ağdacı, masajcı, temizlikçi, ütücü olarak görev yapıyor aileleri nezdinde de esaslı itibar kazanıyorlardı böylece.” (sayfa 36)
Modern çağların kapitalizmi eski ve yeni oyunlarıyla bu kasabacığı ve onun insanını yeniden şekillendirmektedir ama temelde, kadim ve kolay unutulmayan bir kültür de vardır. Hele de şiir ve edebiyat bu kimliğin en eski ve en kuvvetli yapı taşlarından biridir. Neredeyse bin beş yüz yıldır şiir söyleyen, öykü anlatan Türkçenin Dede Korkut’la başlayan düzyazı geleneği sürüp gitmektedir elbette.Mutlu Varlık Tunçoku, bu çoraklaştırılmış toprağın öz değerlerini; edebiyatçılarını, yazarlarını, tiyatro sanatçılarını kendi kişiliğinin mimarları olarak gördüğünü, vardığı noktanın onların emeğinden ve eserlerinden geçtiğini gönül rahatlığıyla ve defalarca yineler.
Sadık Aslankara’nın Cumhuriyet Kitap’ta yıllardır yazmayı sürdürdüğü “Kitaplar Adası”nda da adlarını andığı, eserlerini tanıttığı onlarca yazarımız, Ömürdeğer’de de yer bulur kendine. Bir dilin edebiyatının birbiri üstünde yükselen sonsuz bir akış olduğunu, biraz da usta çırak işi olduğunu, geleneğin yeni kuşaklarca özümlenmesinin gerekliğini okura bir kez hatırlatarak romanın sayfalarında yer alırlar.
Özellikle de dört yazarın adı bir leightmotif gibi sık sık tekrarlanır romanda… “Leyla / Tahsin / Ferit / Erdal”… Roman kişisi, edebiyatımızın bu ustalarını sık sık anarken, kendi yazarlığını sorgularken modern eleştirinin can alıcı sorusunu da ortaya koyar. Bu; “söz konusu eserin kendi çağdaşları arasındaki yeri nedir” sorusudur.
“ Tarihin bir evresinde bu yaratım; yerli yerine oturmuş mu, yerini bulmuş mu… İnsanları kıpırdatabilecek mi yayımlandığında roman? Etki yaratabilecek mi gerçekten;” (sayfa 55)diye düşünür roman kişisi.
Aslankara’nın farklı göndermelerle adını ve eserini andığı edebiyatçılar; deyim yerindeyse bir yazarlar resmigeçiti yapar. Metinlerarası olmaktan öte bir yazar tavrıdır bu. Bence, Aslankara’nın Ömredeğer’inin ana iletilerinden biridir; Türk romancısının geçmişi selamlaması; Türk yazınının ve geçmişin mirasını sahiplenmesi ve onu geleceğe taşımasıdır. Sadık Aslankara’nın gerçekçi ve erdemli yazar tavrıdır.
YAZAMAMA KORKUSU
Mutlu Varlık Tunçoku’nun kendi yazarlığını sorgulaması, edebiyat tarihi içindeki yerini araması “yazın sanatı” ile “yazı zanaatı” arasındaki farkı anlamaya çalışması romanın trajik eksenidir. Romanın üstünde yükseldiği bir diğer çatışma buradadır.
Anlatı, kahramanın “yazamama korkusu” ve “yarına kalamama” endişesini tartışarak gelişir. Kendi yazarlığını irdeleyen bir roman kahramanı olarak tanırız “Mutlu Varlık Tunçoku”nu. Türk romanında belki de ilk kez kullanılmaktadır bu tema.
Aslankara, kalıcı edebiyatın sırrını kahramanının ağzından şöyle tanımlar.
“Bir yazar, kendisini severek mi geliştirir kaleme aldıklarını yoksa kendisi dışındaki ben’leri, kendi toplumunu, insanlığı severek mi; Tavuk yumurta gibi bir şey bu. Kendini sevmeden, kendisini ben yapmadan, birey olmadan nasıl yükselebilir ki bir yazar? Kendi kendisi olmak, işte sorun bu. Dostoyevski’nin Kafka’nın başardığı bu; kendisi olabildikleri içn başardılar bunu, yazarak olarak adlarını yazdırmayı, bunu bize dikte etmeyi.” (sayfa 109)
Unutulma korkusuyla kıvranan roman kişisinin, edebiyatla ve kendisiyle ilgili tespitleri doğru olsa bile sorunu çözmek o kadar kolay değildir. Roman kişisi; iyi edebiyatın sırrını “kendin olmak” ve “insanını sevmek” tir diye özetlese de, bu yozlaştırılmış coğrafyada zordur; kendi olmak: “Ferit’i, Leyla’yı, Erdal’ı, Tahsin’i yerime geçmiş insanlar gibi görürken, onlara öykünürken neden bir yer’li olmayı, oralı insanlardan biri olmayı başarıp bunun keyfini süremiyor, orayla, onlarla aramda sıcak ilişkiler kurmayı, bunları deneyleyerek yaşamayı beceremiyordum. Böyle yapmıyordum da ötekilerin yerine geçmek istiyor, onların Paris’iyle, Londra’sıyla akrabalık kurmak için didiniyordum. Pierrre Loti miydim ben.” (sayfa 256)
Cumhuriyet utkusunun bütün zaferlerine ve sonraki örselenişine tanık olmuş bu kişi; olan biteni değerlendirirken Ömürdeğer; sarsıcı bir içtenlikle akmaya başlar. Bireyin içinde bulunduğu kişisel dram ile; Türkiye’deki cumhuriyet idealinin vardığı nokta nasıl da benzemektedir birbirine. Roman kişisi toplumun öyküsünü düşündükçe kendisini anlar ya da kendisini düşündükçe Türkiye’yi kavrar. Tüme varımla da tümden gelimle de sonuç aynıdır:
“Cumhuriyetin artakalmış Osmanlı gövdesi üzerine kalem aşısıydı bu, ancak bu kadar tuttu işte” (141)
“Ah benim cumhuriyetçi babam, ah benim Osmanlı annem, sonra ben, cumhuriyetçi babadan olma, Osmanlı anneden doğma saflar safı trajik mutlu varlık…” (141)
Roman kişisinin kendisi hakkındaki ve Türkiye hakkındaki tahlili, Cumhuriyet utkusunun nasıl kaybedildiğini derin iç dökmelerle betimlemektedir okura.
“Ah cânım cancağızım, yalnızım, emperyalizmi tokatlayan yoksul ama onurlu kahramanım, iyi ki çizmişsin “Beni unutmayın”ın üzerini, Adanalı, Biradalı, Birgöllü, Bingöllü, yavruadalarla, yavrugöllere yayılmış milyon milyon zübük unutabilir elbettte seni, ya tarih?”
“Onlar emperyalizme karşı savaşıp yengi kazanmış bir avuç yiğit sergüzeştti, serdengeçtiydi ama bugünküler emperyalizme köstekli saat olmuş koca bir dolapçılar cumhuriyeti.” ( Sayfa 139)
“İşte bu yüzden bir halt olamadım ben baba, kusura bakma ama ne senin bende umduğun beklediğin o büyük yazarlık katına ulaşabildim, ünü her tarafı tutan sanatçı olabildim ne de kendime biçtiğim küçücük olsun bir öykücü romancı rolü kapabildim bu piyasada.” (sayfa 141)
YAZARIN ARKASINDA KİM VARDIR
Romanın bir diğer motifi de Nilüfer Öğretmen kimliğidir. Bernard Russel’ın “hayatta karşılaşabileceğiniz en büyük şans çocukken gerçek ve iyi bir öğretmenle karşılaşmaktır” sözünü kanıtlarcasına romana girer Nilüfer Öğretmen
Orhan Pamuk’un “Ortaokul ve lisede okuduğum bütün edebiyat kitaplarını bulup, okuyup şöyle bir makale yazmayı düşünüyorum: “Ben Orhan Pamuk. Okulda altı yıl edebiyat okudum Şimdi dünyaca ünlü bir yazarım. Bu kitaplar bana ne öğretti. Edebiyatçı olmama nasıl yardımcı oldu? Neye yaradı? Hiçbir şeye. Lisede bir tek Sait Faik adlı bir yazarın olduğunu öğrendim.” (2) gibi cümlelerle alayla ve küçümseyerek anlatmayı çok sevdiği Türk öğretmenlerine hiç benzememektedir. Nilüfer Öğretmen, Russel’ın sözünü ettiği şanstır, Anadolu aydınlanmasının isimsiz neferidir, Gazi Eğitim’den mezun olup sonra da küçük kent liselerinde görev yapan binlerce kadın ya da erkek öğretmenden biridir. Aslankara’nın roman kişisi bu edebiyat öğretmenini Nilüfer Özmen’i şöyle hatırlamaktadır: Dikkate değer bir kadirbilirlikle, emeğe saygı ve şükranla söz etmektedir bu kadın öğretmenden
“ Sabahın yüze çalınan o mis kokulu sabunu gibi girdin yaşamıma… Gepetto Usta gibi benden insan yaptın sen, yazarlığa soyundurdun beni, ne ölçüde hak ettiysem bunu, ne kadar yol alabildiysem.
Her yazarın arkasında bir edebiyat öğretmeni vardır kimseler bilmese de bu gerçeği, herhangi bir mezar taşı bulunmasa bile hiçbir zaman.” (sayfa 131)
İNSAN KAFASI DEĞİRMENE BENZER…
Aslankara’nın romanında Sarayköy yolculuğundaki yazar ile Değirmen’e sığınmış yaşlı yazarın düşünceleri aynı anda, aynı düzlemde anlatılır. Bu iki farklı anlatı, zaman zaman üst üste gelir, ortak şeylerden söz eder ve okura aynı kişinin farklı aynalardaki görüntüsünü sunar. Değirmen’de geçen bölümün dili soyutlaştıkça, imgeler, mecazlar, yan anlamlı sözcük türetmeler de çoğalır.
Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesinde, plastinasyon tekniği ile yüzü canlandırılmış olarak sergilenen Karyalı Prenses Ada, değirmen bölümünde başroldedir. Farklı roller üstlenerek girer metne. Karyalı Prenses; aşkı, ölümsüzlüğü, kadın güzelliğini, aşkın canlandıran gücünü, sonsuzluğun gizemini, ölümün bir son olmadığı fikrini yüklenir… Öte yandan, Doğulu yoksul ailenin kızı Merve de, antik kentin bekçisi Kör İsmet de ve hattta yakışıklı delikanlı Yahop da Karyalı Prenses’in torunudur,
Yazar; ada ve değirmen kavramlarını farklı bireşimler içinde kullanarak romanın lirik dünyasının ve felsefi sözlüğünün anahtarını sunar okura.
İşte Aslankara’nın değirmen sözcüğüne yüklediği farklı yapılar: Her biri farklı bir durumun, bir yaşam deneyiminin betimlenmesinin adı olmuştur.
Zaldeğirmeni / kordeğirmeni / usdeğirmeni / zıtdeğirmeni / kumdeğirmeni / keldeğirmen / zamandeğirmeni /gündeğirmeni / boydeğirmeni / tozdeğirmeni/ tutkudeğirmeni / candeğirmeni / kuldeğirmeni / sirkdeğirmeni / çordeğirmeni/ yomdeğirmeni / zuldeğirmeni / eldeğirmeni / yoldeğirmeni / esdeğirmeni / öddeğirmeni/ yerdeğirmeni / mors değirmeni / dertdeğirmeni…
Değirmenin konuğu yaşlı roman kişisi de kafasını bir değirmen gibi çalıştırmaktadır bu bölümde. Kendi ağzından okuduğumuz biyografik edalı bu anlatıda sözler; araya bir şey koymazsanız kendini öğüten bir değirmen gibi dağılır kaybolur ve romanın son satırları şöyle gelir. “Ama ne tuhaf hiç kimse hiçbir şey görmedi… Tıpkı hiç kimsenin hiçbir şey duymadığı ve söylemediği gibi.” (sayfa 266) Bu final, ölümü, sonsuz yok oluşu evrende bir toz zerresi olup dağılmayı hatırlatır.
Değirmen mi… O; kasabanın en yüksek tepesinde dönmeye, rüzgârı dinlemeye ve bu coğrafyadan gelip geçen hayatları son noktasına kadar değirmeye devam etmektedir.
ÇİĞDEM ÜLKER
_______________________________________________________________
1) Aslankara Sadık, Ömürdeğer, Can Yayınları, Temmuz, 2014
2) Pamuk Orhan , “Okulda İnsanlık Öğrenmedim” 19 Ağustos 2013, Pazartesi, Hürriyet Gazetesi.