ROMAN: Derya Derya Yılmaz; Tiyatroya Özgülenmiş Üçlemenin Son Halkası

Tiyatroya Özgülenmiş Üçlemenin Son Halkası
Derya Derya Yılmaz

Sadık Aslankara çok yönlü, üretken bir yazar. Romandan öyküye, tiyatrodan belgesel sinemaya uzanan çeşitlilik için açıyor kalemini.

Bu yazıyla hedeflediğim Aslankara’nın, Can’dan yeni çıkan romanı Şano’yla tiyatroya özgülediği üçlemesine topluca bakış yöneltmek. Diğer kitaplar, Bin Yüz Bir adlı romanıyla öykülerinin yer aldığı Cicoz.

Aslankara’nın hemen bütün kitaplarında tiyatroya değindiği biliniyor. Ancak edebiyatımızda tiyatro, ikisi roman biri öykü olmak üzere devamlılığı yapılmaksızın üç farklı yapıtla ilk defa “üçleme” olarak ele alınıyor.

Bin Yüz Bir Giz’de dışarıdan gelen “akademik” birikimle içerde olan “amatör” ruh bir tür kan uyuşmazlığı yaşıyor. Her ne kadar aynı amaç için bir araya gelseler de, iç-dış dokunun birbirlerini öngörüldüğü gibi kabul etmediği, ötelediği gerçeği örtük duran ana sorunsal olarak görülebilir. Tematik bakış açısıyla, Bin Yüz Bir Giz, bir çırpıda okunan, tebessüm ettirirken kaş çattırıp düşündüren, önemli soruları olan, roman toplumuyla, yaşayan toplum arasında “bin yüz” benzetmesiyle paralellikler yaratan bir kitap. Söylenenlerden önce söylenmeyenler, iyilerle kötüler, gerçek yüzlerle maskeler hep yan yana ve tabii onların “bir giz”leri de var.

Otobüs ilerler. Yolcularından biri, o kentte beklenen adamdır. Roman içinde roman, oyun içinde oyun sürer ama otobüste oynanan tiyatro, romanla birlikte yavaş yavaş finale ilerler. Kahraman, karakter-yazara şöyle der: “Öyle toysun ki, kolayca tiyatro yapıp kahraman olacağını sanıyorsun Anadolu’da; vazgeç sevgili yazarım bu rüyadan! Vazgeç, yoksa seni de yitiririz, tıpkı onlar gibi… O ölmüşler, kokmuşlar, çürümüşler gibi!” (s.156)

OYUN HİÇ DURMAZ

Cicoz, kendi içinde bağımsız fakat baştan sona tiyatroyla ilgili öykülerden oluşan, dışarıdan gelen “uzman” birine rastlanmayan, olayların öyküler arası süreğenliği, karakterlerin diğer öykülere taşınması gibi noktalarla vücut bulan bağlamlı diyebileceğimiz bir kitap.

“Alaylı” yönsemesi bir karakter tarafından “Gorki’nin emekçilerine benzer insanlardı…” (s.14) diye tanımlanır. Cicoz,  Güner Sümer’in artık deyimleşmiş “Bozuk Düzen” oyunundaki karakterlerle, bu oyundan üzerlerine yapışmış lakapların dünyasında yaşanan bir öykü kitabı.

Çoğu birinci ağızdan anlatılan öykülerde, karakterlerin özel hayatlarından detaylar öğreniriz. Anlarız ki yüreklerinde filizlenip kök salan tiyatro sevdasının yanında insansal aşklar, özlemler, geçmişte yaşanan derin acılar, en başta tiyatro adına mücadele verdikleri aileleri vardır. “Oğlu tiyatrodan kopsun, tiyatroyu bıraksın diye yakarır tanrıya…” (s.53) Başından beri son derece dramatik, içe dokunan, yine de hayatta yatağını bulan şiir gibi lirik bir dille konuşan kitap, duruşunu değiştirmeden sözlerini tamamlar, “…candukasında lıkır çalkalanan lıkır ölüme acıkmış bir yaşam.” (s.123)

Bu iki kitaptan sonra Şano’da, binlerce yıldır devam eden karşılıklığa ayna tutuluyor. Kitaptaki göndermeler son derece yerinde kullanılmış. Tragedyanın önemli figürlerinden Pan, çalgısı kaval ya da flütle yarattığı pastoral ezgileriyle oyun olgusunu ateşleyip bin yılları finalde birleştiriyor. Parçalanan kukladan sıçrayan kıymık canlanarak, böylece oyunu kimsenin durduramayacağı gerçeğini de ortaya çıkarmış oluyor.

DRAMATİK VURGU

Şano, özellikle Bin Yüz Bir Giz’deki gibi eğlenceli, masalsı anlatımıyla güle oynaya kendini okutturan bir roman olsa da bu şen şakrak dil, ilerleyen bölümlerde okuru efsunlu dünyasına alarak hem şaşırtıyor hem sorgulatıyor. Ayaklarımız öylesine sağlam basıyor ki hangi ara uçtuğumuzu anlayamıyoruz.  Kitaplar arası koşutluk devam ediyor. Karakterler, hem gerçek hem takma adlarıyla, tutkulu kişilikleriyle, insana dair tiyatral “bin yüz”leriyle satır aralarında aynı rahat adımlarla dolaşıyorlar. Olaylar arasındaki benzerliklerse bu geçirgenliği kolaylaştırıyor. Bir başka benzer yaklaşımsa, anlatıcı açısından. Arada rastladığımız genel anlatıcının dışında, karakterler iç konuşmalarla, kendi bakış açılarına yaslanarak gelişmeleri anlatıyorlar. Söyleyiş bakımından ortak yansa, aynı dramatik vurgunun öne çıkması diyebiliriz.

Şano’nun olay örgüsü, yabancı bir profesör başkanlığında kalabalık kazı ekibinin Örentepe’ye gelip bölge insanıyla çalışmasıyla başlar. Onlar gider, üzerinden uzun yıllar geçer. Kazı alanının karşısı zamanla Çöptepe’ye dönüşür. Ancak beklenmedik hummalı bir çalışma başlar, Çöptepe’ye tiyatro yapılacak, adı, Şanotepe olacaktır. Sıra dışılığıyla ilk gösterim sergilenir. Sahnede bir kamyon vardır. Oyun, onun etrafında gelişir. Müthiş bir anlatımla Godot’nun bekleneni gibi “bir şey” beklenir. Bu bölüm kitabın en güzel anlatılarından. Çünkü büyü, sanrı arası çılgınca diyaloglarla, görüntülerle katmerlenip kanatlanmıştır dil. Okurlar dâhil herkes için heyecan doruktadır.

Aslankara’nın, tıpkı borç ödüyormuşçasına, üçlemede çok açık biçimde görünen vefakâr tutumu devam eder. Şanotepe’de bulunan iskeletlerin tiyatro emekçilerine ait olduklarını öğreniriz. Onların kemiklerinden yeni fidanlar çıkacak, gidenlerin yerine yenileri gelecektir. Rüya masal büyü bitmez; sevgi gönül bağı dostluk da… Kamyonu kanatlandırıp İstanbul’a Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’na indirmek isterler. Meğer orası da AVM olacaktır. Ancak binlerce genç birlik olup içindekileri indirmeyi becerir. Sonra her şey yıkılır, niye yaptıklarını bilmeyen güruh, niye yıktıklarını da bilmeden sallarlar kazmaları. Şanotepe, tekrar Çöptepe’ye dönüşürken inciniriz, ancak yine de yazar, bir yerlerden filiz vereceği uç açıklığıyla, biz okura umut tohumları vermekten geri durmaz.

Aslankara, her üç kitapta ortaya koyduğu gelişmiş hayal gücüyle kurguladığı evrenlerinde son derece zengin, buluş dolu dili, hazine sandığı gibi koyar okurunun önüne. Söyleyişteki kabadayı bitirimliği, nüktedanlığı bir yana, yinelenen seslerin efektif etkisi, sıkça rastlanan Anadolu halk söyleyişleri, mekân kişi olay betimlemelerindeki farklı bakış açısı biz edebiyatseverleri leziz bir sofraya davet eder. Pek çok söyleşisinde, yazısında söylediği gibi, deneyimli yazarın dil yolunda kendi özgün biçimini bulma, geliştirme arayışı bitmeyecek gibi duruyor. Öyle ki çoğu zaman okur olarak kurgudan kopup o dilin efsununa sıkça düşebiliyoruz.

Tiyatronun kuruculuğundan oyun yazarlığına, eleştirisinden sahne tasarımına, teknik işlerine kadar her aşamasında çalıştığını bildiğimiz Aslankara, ona borcunu ödediğini düşünmüş olmalı ki, üçlemenin son halkası Şano’yla buna nokta koyduğunu söylüyor.

Aslankara’nın gerek oyunları gerek Uykusu Sakız, Sığınak, Ömürdeğer gibi roman ve öykü kitapları gerekse yirmi beş yılda yarattığı bu üçlemenin, Türk edebiyatı kadar Türk tiyatrosuna katkısı su götürmez bir gerçek olarak önümüzde dururken, kendisine teşekkürü borç bilmeliyiz diye düşünüyorum; oyunun hiçbir zaman durmayacağını bilmemiz gerektiği gibi.

 

Cumhuriyet Kitap; 7 Aralık 2017