ROMAN: Gönül Çatalcalı; SIĞINAK

Sığınak
Gönül Çatalcalı

“Ya Kadir? O başkadır, âşık zavallı, bütün âşık erkekler gibi o başkadır. Erkeklerin insan oldukları tek yanları, âşık oldukları anlarıdır belki…”                                

Sığınak’tan…

Sığınak, Sadık Aslankara’nın 2003’te yayımlanan romanı. Sessiz sedasız bir çıkış olmalı, hiç duymamışım. Belki de eleştirmenlerin yazgısı bu. “Onlar hep eleştiri yazıları yazarlar” yanılgısıyla araştırılmaz bireysel yazma serüvenleri, “körlük” yaşarız onların yapıtlarının karşısında. Belki bir genelleme, belki benim yüz kızartıcı itirafım!

Neyse ki son romanı Le’yi zamanında fark ettim. Gözlerimi pörtleten bu kitaptan sonra öteki yapıtlarına uzanmam çok zaman almadı, zararın neresinden dönülse kârdır diyerek. Bir anda üç kitabına birden ulaşınca ne yapacağımı bilemedim, Sığınak’a sığındım ilkin.

Kitap, Epiktetos’un “Düşünceler ve Konuşmalar” adlı yapıtından bir alıntıyla başlıyor. Yaşayacak bir kent arayan efendi ve bilge kölesi Epiktetos arasında geçen, kitabın dokusuna çok yakıştırdığım bu konuşmalı metinler, kitabın çeşitli bölümlerinin başında karşımıza çıkıyor.

Taşralardan bir taşrada, Denizli’nin ilçesi olan Sarayköy’de, yılda bir kez yapılan Sakız Şenlikleri’ne büyüteç tutuyor yazar Sığınak’ta. Dile kolay, şenlik bu! Al, pul, ihtişam, nutuk, kalabalık, bando takımı, curcuna! Nasıl başlanır, neresinden tutulur, nasıl anlatılır? Bir yolunu bulup kasabanın üzerinde durarak (uçarak belki) bir büyüteç tutmuş aşağıdaki şenliğe yazar. Aslankara’nın büyütecinin altından, boyalı yüzlerinin ardına kendi gizlerini saklayan insanlar, Sakız Şenlikleri’nin makyajsız “eşrafı” ve onların arasındaki karmaşık ilişkiler geçiyor.

Sığınak bir buluşma hikâyesi aynı zamanda. Sarayköy, hemen herkesin birbirini tanıdığı, kasabadan yıllar önce çıkanların bile zaman zaman gelişlerle kendilerini unutturmadığı bir yer. Kalanlar bir türlü çıkamamış olmaktan huzursuzdur bu şenlik buluşmaları esnasında, gidenlerse çıktıkları yere başka gözlerle bakarlar artık. Çıkıp da yıllar sonra dönenlerin, dönmek zorunda kalanların hikâyeleriyse başka hüzünler taşır…

Okuru da adım adım kasabaya çekiyor yazar; önceleri soğuk durduğunuz karakterleri tanımaya başladıkça isteyerek giriyorsunuz Sarayköy sınırlarından içeri, uygun adım!

Çok kahramanlı bir roman bu, öyle ki altı yedi sayfada bir geri dönüp kim kimdir, kim kimin nesidir sorularının yanıtları aranıyor başlarda. Kitabın bu ritmine alışmak elbette kolay değil. Yazarın, paragraf ortalarına, sonlarına, başlarına yerleştirdiği italikle yazılmış iç konuşmalar, okumayı daha da zorlaştırıyor gibi görünüyor. Ama bu anlatım düzenine egemen olduktan sonra iç konuşmaların metni zenginleştirdiği, metne katmanlar yüklediği ve romanın zeminini sağlamlaştırdığı fark ediliyor. Kişileri iç konuşmalara sürükleyen kasabadaki yalnızlık, bir başınalık duygusu bu anlatım biçimiyle örtüşüyor, satırlar bir süre sonra soluk alıp veriyor. Fısıltılar eşliğinde okuyoruz kitabı. Birileri kulağımıza bir şeyler fısıldıyor durmaksızın, kendi hikâyesini anlatıyor gezip dolaştığımız yerlerde. Mekânlarla birlikte tanıyoruz onları da. Yalnızca okumuyor, seslerini de duyuyoruz. Pek az kitapta rastladığım bir özellik bu. İçinde diyalog bile barındırmayan sesli metinler! Bu metinler hareket ediyor üstelik! Sarayköy yapbozunun parçaları bunlar, kendilerini yapıştırıyorlar şekilleri çizilmiş kartonun üzerine mırıl mırıl konuşarak. Yazar yalnızca onlara büyüteç tutuyor.

Yazarın dille kurduğu “özel” ilişki ise hiç aksamadan sürüyor roman boyunca. Zor bir dil, ama gerçek okurun haz duyduğu bir dil, beklediği, belki de Aslankara’nın kitaplarını o zenginlik yüzünden okuduğu, takip ettiği bir dil… 1994 – 2002 arasında kim bilir hangi aşamalardan geçmiş, olgunlaşmış, sözcüklerle, söz dizimiyle oynayan bir dil. Benimse görmekte geç kaldığım, kıskandığım…

Düğüm düğüm çözülen, psikolojik unsurları ağır basan bir roman denebilir Sığınak için. Yazarın, anlattığı karakterleri tek tek tanıdığı hissine kapılıyoruz okurken. Öyle can alıcı karakter özellikleri veriliyor, öylesine “sahici” ki her şey, bunları yazanın o kişileri mutlaka tanıyor olması gerektiğini düşünüyoruz.

Aslankara gözü pek bir anlatıcı. Kendisi, Denizli Sarayköylü. Olayların geçtiği yerin kendi doğup büyüdüğü yerler olmasından dolayı, çoğu yazarın taşıdığı “Bir anı – roman tuzağına düşerim” “bütün gizlerim açığa çıkabilir” “birilerine dokunur” kaygısı taşımıyor. Anlatıcıyla karakterler öyle iç içe geçiyorlar ki bu tuzağın kıyısından bile geçmiyor yazar, kullandığı bu biçemle. Tuzak bir yana, yazarı unutup karakterlerin ellerine kalemi alıp bu kitabı yazdıklarını düşünüyoruz neredeyse. Bu bağlamda Sığınak’ın, Aslankara’nın roman serüveni içinde önemli bir yeri olmalı diye düşünüyorum.

Sakız Şenlikleri’nin anlatıldığı roman tam bir şenlik havasında. Karakterler çok ilginç kişilerden seçilmiş, onların iç konuşmaları da bizi başka kişilere, geçmişteki başka zaman dilimlerine ve yerlere taşıyarak kitabın dolgusunu zenginleştiriyor.

Cinsellik hatırı sayılır ölçüde işlenmiş, tek tek hikâyelerde. İnsanoğlunun en temel içgüdüsü olan sevişmelerin, duygusal yakınlaşmaların, farklı cinsel kimliklerin ayıp ve sis perdesiyle örtüldüğü taşra, içten içe kaynayan kazanlarda dillendirdiği cinselliğini sakınımsız sunmuş Aslankara’nın tuttuğu büyüteçe.

Kahramanlar,  Sarayköy’ün Sesi Gazetesi’nin sahibi Hüsnü, uzun yıllar onun yardımcılığını yapmış olan Aylin, kasabaya yaptığı yüklüce bağışları hayretler uyandıran (kimsenin akıl sır erdiremediği) Amerika’da yaşayan bir Profesör, Kent Ruhu’nu arayan eski bir Sarayköylü Yılmaz, annesi Müşerref Hanım’a bakmak için yıllar önce gittiği İstanbul’dan kasabasına dönen, eski bir tiyatrocu Ercan, kasabanın deli kızı Aysel, bekâr eczacı Gülümser, öğretmenlerin öğretmeni Ülkü öğretmen, İstanbul’dan şenlikler için gelen Ömer, karısı Meral, Ankara’dan Sarayköy’e karısı ve çocuklarıyla dönen, burada kendini ölüme yakın hisseden Kerim, buraya gelmemekte ayak direyip gelir gelmez alışan, sosyetedeki yerini hemen kabullenen karısı Sermin, belediye başkanı, şenlik boyunca her görüntüyü kameraya alan ve tüm kasabalılardan nefret eden Alaattin. Şenliğin son günü kalan filmi tamamlaması için asistanına bırakıp adeta kaçarken nefreti doruktadır.

Herkesin romanın sonunda gideceği yol bilinmemektedir ama Alaattin’in kasabalılara büyük bir sürpriz hazırladığını düşündüren imler vardır bu ayrılışta. Kim kiminle samimi, kim nereye nasıl bakıyor, kim kime düşman, Alaattin bunların hepsinin görsel kayıtlarını tutmuştur ve kasabaya göndereceği şenlik CD’si ile tüm bunları kusacaktır kanımca. Kasabada şenlik işte asıl o zaman başlayacaktır bence. Alaattin sessizce gider, ötekiler dönüş hazırlığındadır ama okurun zihninde henüz sonuna gelinmemiştir hiçbir şeyin. Yazar işini bitirip rahatlamıştır ama o, son tümceyi okuyup kitabı kapatacağına, romanın bittiği (ni sandığı) yerden yeniden kurgulamaya başlayacaktır olacakları.

Okur, şenlik sonrası Sarayköy’ü, artık akraba olduğu karakterleri düşünür – benim hâlâ Ercan’ı düşündüğüm gibi- kara kara. Aylin İstanbul’a, üçlü yaşama uyum sağlayabilecek midir? Kızıl Hüsnü onun gidişiyle neler kaçırmış olduğunu anlamanın iç ezintisiyle nasıl baş edecektir? Ercan Aysel’den gözlerini kaçırıp Gülümser’i görecek midir bir gün? Metin ne zaman taşranın bu aşırı göz önündeliği kaldıramayacağını anlayıp “dur!” diyecektir Aysel’e? Kerim daha ne kadar dayanabilecektir Sarayköy sosyetesinin yıldızı olup çıkmış Sermin’e ve taşraya ve yalnızlığa ve ve ve… Ya Ülkü Öğretmen? Ya Kent Ruhu?

Okur çetrefilli bir yolun başlangıcında düşünedursun, bir kelebektir artık onlar, geceye, biten şenliğe, “Çehov’un sonsuz sabahına” uyanan.

Kitabın son sözünü ise Epiktetos söyler…

 “Aramak bulmaktan iyidir efendim!”

 

260 sayfa Sığınak, Roman, Can Yayınları, ilk basım 2003, 260 sayfa

(Yukarıdaki yazının değişkesi, Notos’ta yayımlanmıştır.)