ROMAN: İclâl Nur; ŞANO

Şano; M. Sadık Aslankara
İclâl Nur

Sadık Aslankara Şano ile “Sahne” diyerek tiyatroya özgülediği “üçleme”sini tamamlıyor. Bin Yüz Bir GizCicoz ve işte Şano.

Güneşin her gün doğar doğmaz göz göze geldiği doğu tepesindeki antik tiyatro, yüzyıllardır sanatı bekler. O öylece bekleye dursun, on yıllar önce bir otobüs oflaya puflaya tırmanıverdi Örentepe’ye. Bilmem ne ülkesinin arkeoloji bölümündendir  hoca. Bir otobüs dolusu kazı ekibiyle gezmeye değil, basbayağı kalmaya gelmiştir… Mister Fincır, yani Fincancı Bey yövmiyeli amele aramaktadır. Bir avuç pehlivan seçer köylüden, hak tu diye tükürdükleri avuçlarıyla çalıştırmaya başlatır onları Mister.

Köylünün olup bitene yorumu, çalıştırılan köylülerdeki değişim, antik tiyatronun kazı talanı sayfalar boyu neşesi taşan satırlarda yer bulur, ustaca anlatılır.

Neydi işin aslı faslı, kent neden büyüdü büyüdü de kabına sığamadı.  Peki, medeniyet; neden kara saplı bir bıçağa dönüştü?

Gece gösterimi için güneşin gitmesini bekleyenler amfitiyatroyu, avlanmaya çıkan tilkilerin kürklü kuyruklarıyla bir güzel süpüredursun, biz gözümüzü karşımıza batı ufuklarına  çevirelim.

Bakalım doğu yaşam da, batı ölüm mü söylendiği gibi?

Batı tepesinde sürekli gazlar pofurduyor ve bir çocuğun tutuşturduğu kav pırıltısı, güneşe inat sabaha kadar yanıp sönüyor. Çünkü burası Çöptepe. Antik tiyatronun karşısında mahcup, mahzun. Birkaç on yıl sonra çöpün topraklaşan yerleri ağaçlandırılarak orman olsa da, üzerine çocuk parkı kondurulsa da başına gelecekleri biliyor mu Çöptepe?

Günün birinde  Çöptepe’ye de, donsuz çocukların tozu dumana katarak peşine takılacağı resmi bir plakalı bir kamyonet çıkageldi.

Hummalı çalışmalar sürdürçe sürdü… Çöptepeliler kazı sırasında korkuyor, ya ananızı da alıp gidin derlerse, ya onlara cehenneme kadar yolunuz var derlerse. Çöptepe nere, tiyatro nere…  Kazıldıkça iskeletler… Kadınlar kuru kafaların yasını da tuttu günler boyu. Kiminde kuru kafanın anası olup ağladılar, kiminde kızları, kızanı, bacısı, avradı olup dövündüler. Ama imar, ama rant…

Okunmaya doyulmayan sayfalardan sonra belediye başkanı kahkahalarla okunan konuşmayı yapar:

 “… Eee, Örentepe’de tiyatro var da Yeşiltepe’de (Çöptepe)  niye olmasın? Güneş sabahları oradaki tiyatroya vursun, batarken de buraya… Ne demişler akşam güneşi güzele…”

Nice zaman sonra tiyatronun temelleri atılır. Çöptepe’nin evrimi;  Yeşiltepe olmaktan çıkar ve sonunda Şanotepe’ye dönüşür. Peki öylece kalır mı?

Kaç ömür öğütecek Şanotepe; tabii bunu kimse bilmez, bilen unutur, unutulmayan yeniden aramıza katılır sayfalarda…

Ölmüş tiyatrocu dayı-yeğenin kadınları bize bir gösteriyi anlatmaya koyulur kitabın derinlerinde, geçmişe; hüzne gider gelirler, ikinci kadın olmalara, sadece sevmelere…

“… Ama doğruya doğru, efendilerimiz tiyatro yaptı, biz seninle yer göstericilik… Senle ben üzerlerine tiyatro acısı çalınmış iki kadınız…”

Tiyatrocu kocalardan onlara sadece elden düşme bir onur kalmıştır. Farkındalıkları okudukça şaşırtır, okudukça katmanlanır estetik haz.

Çehov’un selamı ulaşır bir yerlerden bize.  Ve bu iki yer gösterici kadın çok derindeki vefayı kutsar, biri üstüne kadın getirilmemesini, diğeri çocuğunun sahiplenilmesini.  Vefa tamamdır ama şu söze ne demeli?

“Küs gitmişlik bunun yanında hiç!”

Kitabın ilk iki bölümü Tanrısal anlatıcıyla sürüyor ama “Zil” bölümünde anlatıcı değişiyor. Tiyatrocu yeğenin eşi, tiyatrocu dayının eşine ben diliyle anlatmaya koyuluyor kalan hikâyeyi. Aslında burada romanın gerçek zamanını da yakalıyoruz. Bazen ellerimizin arasında kayıp gitse de.

İki kadının yıllar sonra izlemeye geldiği oyun, pardon “performans” başlıyor bu kez.

Doğu ve batı tepelerinin kaderi; uzaklardan gelen ve oflaya poflaya yokuş çıkan iki araçla değişmiş ve dönüşmüştür.  Şimdi sahnede bir kamyon, içi tıka basa insan, dekor, boya, kelebek, kukla dolu… Ne anlatacak bize, okumalı…

Hayli ilgi çekici, çünkü oyunu herkes üç boyutlu bir gözlük takarak izlemek zorunda, Kör Remzi bile…  Kitabın en zor bölümü, dünyanın yedi kat dibine indiriyor bizi, bir türlü rüyanın ya da masalın ya da performansın içinden çıkamıyoruz, ne olup bittiğini anlamak için Cin Necmi’yle, Kör Remzi’yle birlikte çırpınıyoruz.

Calvino anlatısı gibi gelişen bu bölümde;  yazar bizi dehlizlerde veya bir kuytuda, derin bir kederle bırakıp gidiyor. Gelecek, bekle diyor.  Peki, kim gelecek?

Bazen son anda, hiç zamanım yok acele et, aç duyargalarını anla be okur anla,  der gibi bakıp elini uzatıveriyor. Tek laf edilmeyen bir tiyatro oyunu böylece devam ediyor. Kör Remzi sessizliğe söylenirken birden kendini oyunun içinde buluyor. Seyirci pür dikkat bir onu, bir sahnedekileri dinliyor. Sonrayı beklemek zorundayız bu noktada, sonra…

Her bölümünden ayrı bir roman olabilecek bir kitapla karşı karşıyayız. Belki de ziplenmiş birkaç romandır elimizde tuttuğumuz, bölümlerini okuyucunun devam edip yazacağı birer koca roman, kim bilir?

“Bellek Hanım! Nerdesin? Gelecek gelmeden kayıt yapmalısın!”

Bu zor bölümü bu kez Kör Remzi anlatmaya koyulur.  Meğer dünyayı en iyi körler görürmüş.  Ve koskoca bir tiyatro tarihini gözler önüne serer Remzi. Doğunun tiyatrosuyla batının tiyatrosu bir güzel kıyaslanır.

“…Varlığını gölgesiyle bulan biri güneşi nasıl görsün değil mi? Bin gün, bin yıl geçse ne fayda…” Biri bulmanın, diğeri aramanın tiyatrosudur. “Aslolan görülmesi gerekeni görmeyi başarabilmek!” Ama gerçek bazen görünmez, aranır bulunur, bu içimize işleniyor.

Masalın içinden başka bir masala geçerken, masalda yüzmenin ne güzel bir büyü olduğunu öğreniyoruz. Üstelik burada hayaller var, tamam. Ama bir de başkalarının hayalleri var. Masallara geçebilir ve onlar da göz kırparcasına ışık çakışları arasında Zati Sungur’la karşılaşabilirler.

Sonraya gelince, tiyatro bugün ayakta duruyorsa;  aramızda olmayan ustalara saygı lütfen. Bunca emeği yerle bir edip tiyatroların yerine ne yapıyorsunuz öyle? Yapmayın! Kıymayın Cemil Topuzlu’ya. Gelecek, gerçekten gelecek!

Şanotepe ne mi olacak, ah bilsem, okumadan nasıl bilebilirim sonunu. Belki bir kıymık, belki bir kıvılcım can bulur bir yerlerden. Bellek hanım da nereye kayboldu…

Devamını yazmak için Şano okunmalı ey okur! Aslankara Usta’ya ve tiyatroya saygıyla…

Aslankara, M. Sadık, Şano, Can Yayınları, İstanbul (2017)