M. Sadık Aslankara’nın Romanı “Le”
Müyesser Güner
Tekilin üzerinden tümelin anlatıldığı Le’nin kahramanı yalnız yaşayan bir sinema yazarıdır; aynı zamanda romanın anlatıcısıdır. Hayatı, sıra dışı bir sinema oyuncusuyla tanışması sonucu değişir. Bu karşılaşma anı, onun kişisel gelişim ve dönüşüm serüvenin de başlangıcı olacaktır. Kahramanın iç ve dış çatışmaları, gözlemleri, tanıklıkları onu çevreleyen toplumsal ve kültürel dokuyla ilişkilendirilerek irdelenir.
Edebiyat ülkesine katılan her yapıt canlıdır, insanı ve insana ilişkin olanı anlatır. Aynı zamanda bir sestir; anlamın sınırlarını genişleten dilin gücünden doğar. Edebiyat yapıtının ürettiği özgün anlamı içinde herkesin kendini bulabileceği bir yer kuşkusuz vardır. Öte yandan her edebiyat yapıtının kaynağı merak edilir. Yazarı, bu romanı yazmaya yönelten nedenler aranır. Yanıt, yazara ve yapıtına göre elbette değişecektir. Le için bu önemlidir: Le, kendi roman evreni içinde kıyasıya bir toplumsal, siyasal ve bireysel eleştiri sunar; yazarının yaşadığı çağa tanıklığını, tepkisini, isyanını dile getiren bir manifestodur. Öte yandan Le, M. Sadık Aslankara’nın bir söyleşinde dile getirdiği gibi “erkeklere konan kara bir çelenk”, ya da “kadınlar için yakılmış bir ağıttır.”
Kendi biçimini yaratan içeriğe bağlı olarak M.Sadık Aslankara’nın romanı Le birbirinden farklı üç bölümden oluşur:1-Gül, 2-Le, 3-Sin. Birbirini izleyen bu üç ayrı düzlem ve atmosfer anlamı güçlendirir; öte yandan okurun bölümler arasında kuracağı bağlantı ve ilişkilendirmede romanın katmanlarını çoğaltan bir etken olur. Sinema yazarının kişisel değişim ve dönüşüm süreci Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” deyişine uygun gelişir. Bu aşamalı içsel bir yolculuğa bağlı her bölümün kendine özgü dili, rengi, ritmi ve müziği vardır. Ayrıca insan hayatında da her dönemin başka bir rengi, ritmi ve sesi olduğu; ayrı atmosferlerdeki iletişim ve benlik kurma savaşının farklı bir biçimde gelişeceği ayrıntılarıyla gösterilir. Bu yapılandırma sayesinde okur, gerçekliğin dinamiklerine hem içten hem de dıştan bakabilir.
Yaşadığı çağın titiz bir gözlemcisi olan yazar; zamanın ruhunu, insanı ve insanlık durumlarını, aydını, aydın-sanat-toplum ilişkisini, ülkedeki değişim ve dönüşümü çoklu bir prizma sisteminden geçirerek roman evrenini yapılandırır. Bu yaratma sürecinde ortaya çıkan ayrıntılar iç ve dış gerçeklikleri çözümlerken bütüne göre anlam kazanır; ayrıca bütünün içindeki görünmeyeni açığa çıkarır; çünkü bütünün içindeki ayrıntıyı görme ile ayrıntıyı bütünleme aynı şey değildir.
Romanda başından sonuna kadar insan-birey, aydın, aydın-sanat, aydın- halk ilişkisi, kültürel, toplumsal ve siyasal yapı, toplumsal cinsiyetçi yaklaşımlar, kadınlık durumu, etnik köken, din, mezhep konuları evrensel bir düzlemde irdelenerek okuruna ulaştırılır. Anlam, metinle alımlayıcı zihnin buluştuğu evrende doğduğuna göre okur, romanın daha ilk tümcesinden başlayarak aktif ve yaratıcı bir okuma edimi içindedir. Yazınsal yapıtın çoğulluğunu vurgulan Bartnes’in metnin amacının, okuru, yazarın tüketicisi konumundan çıkarıp metnin üreticisi konumuna getirmek olduğunu söyleyişi anımsanırsa, özellikle her şeyin tüketime dönüştüğü günümüzde, bir anlam romanı olan Le’de anlatılanlar değil okurun metinle buluştuğu o nokta daha çok önem kazanır; Le okuyucusundan emek isteyen bir roman olarak yapılandırılmıştır.
Le’deki anlam, mesleği sinema yazarı olan bir anlatıcı aracılığıyla okura ulaştırılır. Bu seçim bir bakıma, görselin anlamı yenmesine, dönüştürmesine bir vurgu olarak alınabilir. Görünen ya da gösterilen gerçeklik… Asıl olan nedir? Herkesin gösterileni dikkate alması üzerine yapılan bu vurgu, doğal olarak anlamı başka bir boyuta taşıyacaktır; yalnızca gösterileni görmek, ötekini görmezden gelme tutumu üstünde düşünmek ve özeleştiri yapmak üzerine…
Le’de anlam, roman evrenini kuran metaforlar ve simgeler aracılığıyla boyutlandırılır. James Wood, Kurmaca Nasıl İşler adlı kitabında metaforun kurmacayla eşanlamlı olduğunu söylerken gerekçesi, metaforun rakip gerçeklik yaymasıdır. Le’de yer alan metaforlar James Wood’un deyişiyle rakip gerçeklikleriyle roman evrenin sınırlarını alabildiğine zorlar. Kafes bu duruma bir örnektir. “Kendi kafesimin gecesindeydim, cumartesi yalnızlığında mı, pazartesi herkesliğinde mi?” s.14.
Sadık Aslankara doğasına yabancılaşan insanı; yalnızlaşan, yalnızlaştırılan bireyin kalabalığın içindeki yalnızlığını tartışmaya açar: “Hem herkesin herkesleştiği, hem de hiç kimselerin herkesleşmeyi kabul etmeyip ötekileştiği bir ahir zaman kentiydi burası. Latin Amerika sokaklarındaydım, Filistin’ndeydim, sağımda solumda patlamaya hazır bombalar, beni yutmaya hazır tuzaklar…” (s.12) Böylece duyarlılıkların tartışılacağı bağlam belirlenir; duyarlılık evrenseldir. Ötekileştirmeye, ayrımcılığa, ayrılıkçı tavırlara karşıdır: “Adı Aysel’di. Kürt’tü, Alevi’ydi. Hayır, Aleviydi, Kürt’tü.” S.13.
Erkek egemen kültürü tartışmaya açar: “Tek bir sözcükten oluşan bir ad, ben kadınım diyen, soyundaki erkekler tarafından adlandırılmaya karşı çıkan, ötesinde isyan eden.” S.13.
Kavram bir nesnenin, bir duygunun ya da düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı olarak tanımlanır. İnsan kavramlarla düşünür; düşünmektir varoluşun ilk basamağı. Le’de ele alınan kavramlar oylumludur: Rahle, masa, cumhuriyet, meydan; boşluk, herkes, kul, cennet cehennem… Soyutlama gerçekliği ayrıntılarıyla kavramaya yarar; en doğru soruyu sormayı, en çarpıcı olanı ortaya koymayı sağlar. Bir bakıma gerçekliği, bütün katmanlarıyla gösteren derinlikli bir sondalama edimidir. Soyutlayım okur tarafından somutlanır; onun zihninde ete kemiğe bürünür. Burada sözü yazara verelim, “herkes boşluk ilişkisi” üzerine:
“Neresindeydim bu ülkenin, kentin, hele şu toplumun? Var mıydım ben bunların arasında gerçekten, yoksa hiç kimse için var değil miydim de yokluk muydum öteden beri, olmayan meydanların boşlukları gibi? Ya onlar ne kadar vardı bende ? Rahleyle masa arasındaki fark gibi bir şey miydi acaba bu da ?” s.139-140
“…demek cumhuriyet önce boşlukları alana çevirmiş ya da yeni alanlar kurmuştu boşluksuz biçimiyle, şimdi ise… …” s. 140.
Hava Nene, Teke Yarımadası, Kalıpçı, sedir, alageyik gibi adlandırmalar roman evreni içinde geniş çağrışımlara açıktır. Yazar roman boyunca mercek altına yatırdığı erkek egemen kültürü Sin bölümünde kendine özgü ironik bir anlatım içinde derinlemesine eleştirir.
“Aslında bu adamın oğluyum ben …
Babamdan gördüğüm avcılık , bu dağlarda hiç kimseye av olmadan avlanmak yalnızca.(……)Acımayacaksın , vurup avlayacaksın, yok edeceksin, yeter ki senden küçük olsun….” S.155-160
Ülkemin yitik insanıyım, avım ben, toplumun “hiç”i………” 193
“….Sin,sin, sin…. Hep ölüm!
…..İlkin dişilerin işini bitirecekler , sonra sıra sana gelecek….
Bütün babalar, ağabeyler, kocalar,bütün erkekler birbirinden el alıp birbirine vererek, sinerek, sindirerek, sinleşerek….
Geliyorlar…” s.193
Boşlukların meydanlara dönüşmesi yazarın deyişiyle “…. ancak kadınların mücadelesiyle olacaktır.”
M.Sadık Aslankara, Le adlı romanında insanın ve toplumun içinde büyüyen boşlukları irdeler; yanı sıra derinden derine aydın-toplum ilişkisini de eleştirir. Kapitalizmle başlayan insanın kendine yabancılaşma süreci, günümüzde tüketim kültürüyle bir “yokoluşu” yaşamaktadır. Romanın sonunda kahramanın doğaya dönüşü, buna yanıt olarak ele alınabilir. Yazar içinden kopan haykırışını, boşlukların yutmasını istemediği için belki de anlatıcısını doğada bırakmıştır. Aslankara, günden güne içimizde büyüyen boşlukları anlatarak yaşadığı çağa kafa tutarken, romanın sonunda “ Bethoven gittikçe yükselen gümgümlerle kapıyı vuruyor,” dese de, metnin içinden yükselen müzik, okuyucuyu kendisiyle baş başa bırakan pastoral bir senfonidir.
Müyesser Güner
_____________________________________
Le/M.Sadık Aslankara/Can Yayınları/193s.
(Müyesser Güner’in bu yazısı Çağdaş Türk Dili dergisinin Şubat 2012 tarihli sayısından alınmıştır.)