ROMAN: Selma Baş; LE

“Bir Zavallı Şizofren Tekil”İn Romanı: “Le”¹
Selma BAŞ (*)

Sadık Aslankara, edebiyat, eleştiri, tiyatro, belgesel sinema alanlarında sürdürdüğü çalışmalarıyla ve üretkenliğiyle dikkat çeken isimlerden biri. Aslankara, her ne kadar tanıtım-eleştiri yazılarıyla kültür sanat hayatımızda önemli bir boşluğu doldursa da ben, onun -gecikilmiş de olsa- daha çok yaratıcılık yönünü sergilediği eserleriyle öne çıkarılması gereken bir isim olduğunu düşünüyorum.

Sadık Aslankara, ilk yazılarının yayımlanmaya başlandığı 1965 yılından itibaren yaklaşık 45 yıldır bu işin hem mutfağında hem sahnesinde görev yapan bir yazar. Emeği önemseyen ve bu alanın gönüllü bir işçisi olan Aslankara, kendine özgü sabrı, titizliği ve nezaketi ile idealizmini ve heyecanını hiç yitirmeden yazmaya devam ediyor.

Türk edebiyatında öykü, roman, tiyatro türlerine örnekler veren Aslankara, bu kez yeni yayımlanan son romanı Le ile karşımızda. Yazar, romanını, bir vefa örneği olarak yazılarını ilk yayımlayan editörü Sami Karaören’e ithaf etmiştir. Özellikle Sığınak romanı ile gerçek bir kurgu ustası olduğunu kanıtlayan Aslankara, Le ile kurgu ustalığını zirveye taşır. Le, çok katmanlı bir roman. Bu nedenle de farklı okumalara açık bir roman.

 

Yoruma açık bir isim: “Le”

Le, adından başlamak üzere ilgi çeken bir roman. Roman boyunca birkaç yerde kullanılan bu isim, merak duygusu uyandırıyor. Le, okurun farklı anlamlar yükleyerek yorumlayabileceği kullanımlarla karşımıza çıkıyor. Romandaki başkarakterin adı bir yerde “Ke” iken; daha sonra bu ismin “Le”ye dönüştüğünü görürüz. Bu isimlendirme, bir yandan Kafka’nın kahramanı K.’yı anımsatıyor bize. Zira Kafka’nın bazı romanlarında yaşananların çok da uzağına düşmüyor Le. Bu adın bize çağrıştırdıklarından biri de Leyla ile Mecnun hikâyesidir. Romanın başkişisi, adının “Ke” olduğunu söyleyince kapı komşusu Perihan ona Kevin diye seslenir. Bu hitap karşısında şaşıran kız kardeşi Serpil’e açıklama yapmak zorunda kalan Le, “Hanımefendi de La zaten. Bizimki Le’yle La’nın, Leyla’nın öyküsü.”der. (s.133) Zaten romanın son bölümünde Le, kendisini, yârini alageyiğin yüzünde görüp onun peşine takılan Mecnun ile özdeşleştirir. Roman karakterinin adının ‘Ke’den Le’ye dönüşmesi bir değişimin de vurgulayıcısı olarak anlamlandırılabilir. Romanın sonunda üç bölümün birleşimi olan “Gül-le-sin” kullanımı etrafında söylenenler, yine farklı çağrışımları beraberinde getirir. Bu ifadeleri yorumlamamız gerekirse; Le, aslında bir arada kalmışlığın, bir şeylere tutunma-ait olma ve sahiplenilme duygusunun ifadesi gibidir. Bir yanda kadın-aşk-tutku-dişilik-vatandaş-mağdur olma; diğer tarafta ise erkek-saldırganlık-vahşet-erillik-devlet-ezme-emretme ve sindirme söz konusudur. Le, erkektir, ama daha çok kadınlarla anlaşır. Etrafında var olan kız kardeşi Serpil, sevgilisi Gül, arkadaş olduğu Perihan, dağ köyünde hoşlandığı Nazlı gelin ve arkadaşlık kurduğu kız çocukları Hüma ile Suna vardır. Le, erkektir ama baskın bir babanın varlığı karşısında ezildiği, cinsel yönden kadınlarla başarılı birliktelikler yaşayamadığı, korktuğu ve güvenini yitirdiği için dişiliğe yakındır. Polisin, askerin, gücün, şiddetin öne çıkarıldığı devletten çok; ezilen, dışlanan, ötekileştirilen, işkence gören vatandaştan yanadır. Ancak bir yandan da erkek olması yönüyle dışında kaldığı bu özellikleri de taşıması beklenen bir varlıktır. Bütün bu yorumlar bir araya gelince Le varlıkla yokluğun, ölümle dirimin, kadınla erkeğin, aşkla şiddetin, muktedir olanla ezilenin… vb. arasında kalmış bir bireydir. “La” değildir Le’dir. Çünkü yok değildir vardır, ama varlığı da sorgulanası bir durumdadır.

 

Romanın bölümleri: “Gül-Le-Sin”

Birbirinden bağımsız olarak kurgulanan üç ayrı bölümden oluşur roman. Bütün bölümler, kahraman anlatıcının ben ağzından ve gözlemci bakış açısıyla anlatılır. Birinci bölüm “Gül” adını taşımakta. Aşkın ve cinselliğin, erotizm düzeyinde öne çıktığı bir bölüm. Burada yalnızlık, korku ve güvensizlik içinde içe dönük olarak yaşayan sinema eleştirmeni-yazar Le’nin sinema oyuncusu olan ve aynı zamanda Gül, Güler Guvan, Gülerguvan adlarını da taşıyan Aysel’e duyduğu tutkulu aşkı konu edilir.  İkinci Bölüm “Le”, roman kişisinin adını taşıyor. Bu bölümde aşkı Gülerguvan’ın ortadan kaybolması üzerine (daha sonra onun intihar süsü verilerek öldürüldüğünü öğreniriz) Le’nin onu unutma adına verdiği mücadele ve taşındığı yeni apartmandaki kapı komşusu Perihan, diğer adı Nurgül olan kadın ile arkadaşlıkları anlatılır. Bu bölüm de Perihan’ın, oğlu Harun tarafından bıçaklanarak öldürülmesine Le’nin şahit olmasıyla son bulur. “Sin” adını taşıyan son bölüm ise bir çözülme-rahatlama, değişip-dönüşme ve olgunlaşma aşamasını ortaya koyar. Bu bölümde, İstanbul’dan Antalya’nın Teke Yarımadası’na gelen Le’nin görüp yaşadıklarına değinilir. Romanda her bir bölüm, iç’ten dış’a açılışın bir sonraki aşaması şeklinde algılanabilir. Roman boyunca Le’nin farklı mekânlarda ve farklı kişilerle birlikte sürekli içe kapanmanın ardından dışa açılma mücadelesi verdiği gözlemlenir.

 

Bir karakter romanı

Le her şeyden önce bir karakter romanıdır. Yazan, okuyan, sanatla iç içe olan ve entelektüel bir kişilik sergileyen Le, aynı zamanda şizofrendir. Zaman kavramını yer yer yitirir. Yaşadıklarının gerçek mi hayal mi, rüya mı büyü mü, sanrı mı olduğunu çok net ayırt edemez. Yaşadığı olaylar karşısında giderek olumlu bir değişim gösterir. Her ne kadar romanda bu değişim, kısa bir zaman diliminde gerçekleşse de ve roman, başladığı gibi; bir içe dönme, kişinin korkularla kendini evine, kafesine, iç dünyasına hapsetmesi ile son bulsa da (çünkü Le, zamanı çok net ölçemez ve zihni bulanık olduğu için gerçek durumunun hangisi olduğundan emin olamaz) Le, aslında bir bildungsroman (oluşum romanı), bir karakterin gelişmesi-olgunlaşması romanı olarak da değerlendirilebilir. Zaten romanda var olan her unsur, Le karakterini ve ondaki dönüşümü ortaya koymaya yönelik bir işlev yüklenir.

 

Psikolojik bir temellendirme: baskın baba figürü

Bireyi konu alan Le, psikolojik bir temellendirmeye sahiptir. Romana hâkim olan “baba” figürüdür ve sürekli anı-çağrışım-hatırlama-geriye dönüşlerle baskın baba figürü altında ezilen erkek çocuğu söz konusu edilir. Zihinsel olarak önemini hiç yitirmeyen bir baba-oğul çatışması; derinlemesine, birbirini tamamlayan ve başkişinin psikolojisini de aydınlatacak şekilde adım adım geliştirilir. Başkişi; adının Ke olması, cinsel yönden başarısızlığı, baba figürü altında ezilmesi yönüyle -romandaki çağrışımların da etkisiyle- bizi Kafka’ya ve onun eserlerine götürür. Le, erkeklerden çok kendini kadınlara yakın hisseder ve etrafında daha çok kadın kişiler bulunur.

 

Cumhuriyet Türkiye’sinden romana yansıyanlar

Romanda her ne kadar birey ve onun psikolojisi ön plana çıksa da romanın başarılı yönlerinden biri de konunun aynı zamanda sosyal bir arka plana da oturtulması. Roman, günümüz Türkiyesinin içinde bulunduğu ve yıllardır tartışmakta olduğu konuları da satır aralarında gündeme getirir. Bu, romanı hem dinamik hem de gerçekçi kılar. Böylece roman kişisinin bireysel yaşamı aracılığıyla yaşadıklarına dair yaptığı bireysel yorumlar, aslında sosyal ve siyasal sorunları da anlama-adlandırma ya da çözme adına bazı ipuçları sunar. Roman, bu tür okumaları da dışlamayan bir yapı gösterir.

Roman, bireysel ve toplumsal zeminde birçok çatışmayı ve zıt kavramları konu edinir. Baba-oğul çatışması, erkeklik-dişilik, doğa-kent, Kürt/Alevi-Türk, Osmanlı-Cumhuriyet, herkesleşme-ötekileşme, bireyleşme-birlikte olma, vatandaş-polis/devlet, doğu-batı, içe dönme-dışa açılma, korku-güven, yalnızlık-çoğalma, beden-ruh, varlık-hiçlik, Tunceli-Muğla-İzmir, İstanbul-Antalya’daki Teke Yarımadasındaki dağ köyü, kapalı toplum-açık toplum gibi.

Roman, satır aralarında söz edilen tarihlere göre 13 Şubat’ta başlar ve Hıdırellez öncesi biter, yani yaklaşık 3 aylık bir zaman dilimini konu alır. Ancak bu dar zaman dilimi; hatırlama, çağrışım ve geriye dönüşlerle Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gider. Toplumsal fon olarak da gelişmemiş demokrasiden, emperyalizm güdümündeki politikadan, holdinglerin dümen suyuna giden tutumlardan, derin devletten, polis devleti olmaktan, sanat merkezlerinin yerini alt ve üst geçitlerin almasıyla dolambaçlı hale gelen kentlerden, modernlik ve uygarlaşmadan, Osmanlı döneminden cumhuriyet rejimine geçişten, kentleşme ve bireyselleşme sancılarından, yapılan gösteriler sonucu tutuklanıp işkence görmelerden, intihar süsü verilen cinayetlerden söz edilir. Tabii bunların hepsi roman kişilerinin hayatları anlatılırken değinilen konular olarak yer alır.

Burada baba-erkeklik-devlet ile oğul-dişilik-vatandaş olmak birbiriyle özdeş kavramlar olarak geliştirilir. Le, kendi durumunun çok net farkındadır. Onun kendisi hakkında söylediği şu sözler aslında romanın hedeflediği ya da başardığı şeyi de ifade eder: “Hastaydım ben, ussal açıdan iflah olmaz yarılmalar yaşayan toplumsal şizofreninin orta yerinde bir zavallı şizofren tekil.” (s.139). Dolayısıyla yazar, her ne kadar şizofren bir kişiliği romanın merkezine alsa da bireyin toplumsal şizofreninin bir ürünü olduğunun ve bireyin yansıttığı ruh halinin aynı zamanda toplumun sahip olduğu dinamiklerin de görüntüsünü sergilemek anlamına geleceğinin ayrımındadır.

Le romanında bu nedenle baş karakterin kendi içinde yaşadığı bunalımlar, korkular, güvensizlikler, sayrılar, varlığını sorgulamalar, kimliğini belirlemeye çalışmalar ve bu kaos içinde kim olduğunu belirleyip ruhunu arındırma ve öz varlığını ortaya koyabilme adına peşine düştüğü arayışlar, aynı zamanda toplumsal düzlemde yaşananları da gözler önüne sermekte ve bir anlamda toplumsal bir çözüm olarak da kendince bir alternatif üretmektedir. Bu yüzden korkuyla, güvensizlikle giderek içine kapanan, paranoyalar yaratan, kendine her an nereden bir düşmanın saldıracağı endişesi içinde yaşayan birey, bu şekilde sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmediğini fark eder. Bunun üzerine çözümü dışa açılmakta, çemberini kırmakta bulur. Ancak Le, bunun bireysel bir çaba olarak kaldığı sürece bir anlam taşımayacağının da bilincindedir. Toplum ve onun kurumları dışa açılmadıkça, kalıplarını kırıp kendisini aşmadıkça, olması gereken bu değişim ve dönüşüm toplumsal zeminden yoksun,  boş bir bireysel çaba olarak kalacaktır.  Le romanı bu yönüyle edebiyatımızda hep tartışılagelen bireysel edebiyat-toplumsal edebiyat anlayışları içerisinde bireyden hareketle toplumsal olanın nasıl ele alınacağının da güzel bir örneğini vermiş olur.

 

İstanbul’dan Gökbel Yaylası’na: Bir iç yolculuk macerası

Önceki romanlarında özellikle de Sığınak romanında taşra-kent ikileminde kentlileşme olgusu üzerine yoğunlaşan yazar, bu romanında yine farklı bir yönelimin göstergesi olarak kentin, kentleşmenin, kentte yaşamanın kişi üzerindeki olumsuzluklarına da değinerek çözümü bir dağ yaylasında doğaya, çocukluğa-saflığa dönüşte görür.

Romanda ana mekân İstanbul’dur. Geriye dönüşlerle anımsanan hikâyeler, Tunceli, Muğla ve İzmir’e uzanır. Son bölümde ise mekân Antalya’daki Teke Yarımadası’nda yer alan Gökbel yaylasıdır. İlk bölümde daha çok içe dönüklüğü, yalıtılmışlığı ifade eden karanlık iç mekânlar, ikinci bölümde yerini kısmen dış mekânlara ve yarı aydınlığa bırakır. Üçüncü bölümde ise tamamen dağların, ormanların, özgürce yaşamın yer aldığı açık ve aydınlık mekânlar karşımıza çıkar. Yine roman kişisinin içinde yaşadığı değişim ve dönüşüme paralel olarak sürekli ileriye, yükseğe, aydınlığa çıkan mekânlar söz konusudur. Örneğin ilk bölümde Maşuklar Yokuşu’nda bodrum katında oturan Le, ikinci bölümde Kalıpçı Yokuşu’nda giriş katında bir daireye taşınır. Son bölümde ise kendisine ayrılan yer, Gökbel’de dağın zirvesindeki ikinci kat bir yayla evidir.

Romandaki mekânların yüklendikleri işlevlerden de anlaşılacağı üzere Le, aynı zamanda bir “iç yolculuk” romanı olarak da ele alınabilir. Bu iç yolculuk, sürekli leit motif olarak da kullanılan kafes imgesi ile birleşir. Daha çok dışa, şekle, iskelete takılan insanlar, o kafesin içindeki kuşu-ruhu ihmal etmiştir. Bu nedenle Le kişisi de kendiyle yüzleşmeye, ruhunu cilalamaya, kendini olumsuzluklardan arındırmaya çalışır.

 

Kare kare roman ve postmodern anlatım teknikleri

Önceki eserlerinde daha çok tiyatro ile ilgisini ortaya koyan Sadık Aslankara, Le’de bu kez belgesel sinemacılık yapması yönüyle yakından bildiği sinema alanı ile bağlantılar kuruyor. Bu tercih, sadece roman kişilerinin seçimi ve içeriği ile sınırlı kalmaz. Yazar, adeta bir senaryoyu filme çekiyormuşçasına sahneleri, kare kare romana aktarır. Bazen hızlanan çekim, bazı karelerde donar, bazı karelerde ise görüntü gözden kaçmak üzereyken yakalanmaya çalışılır.

Le romanı, postmodern roman tekniklerine de açık ve bu yönden de yorumlanabilecek bir roman. Metinlerarasılık, üstkurmaca, çoğulluk, zıtların birlikteliği, belirsizlik, ironi, şaşırtmaca, oyun, okurun da bir yaratıcı olarak işin içine çekilmesi, giz, polisiye unsurlar, simgesel anlatım (kafes, ayna, erguvan, kedi, yolculuk, oyun vb) gibi birçok özellik bu romanda da karşımıza çıkar.

 

Son söz yerine…

Romana dair söylenecek çok söz var tabii ki. Romanı başarılı kılan yönlerden biri de romanın ilk elden tüketilmesini engelleyen bu çok katmanlı yapısıdır. Yazar; kişileri, mekânları, farklı zaman dilimlerini, birbiriyle yer yer özdeşleşen yer yer ayrılan hikâyeleri, kişileri, olayları, imgeleri, çatışmaları, sorgulamaları, sanrıları merak unsurunu ve gizi elden bırakmadan son derece başarılı bir kurguyla, birbirine dolaştırmadan ama birbiri içinden geçirerek bir bütünlük oluşturmayı başarır.

Sadık Aslankara Türk romancılığında üzerinde durulması gereken bir yazar. Eleştiri yazılarıyla Türk edebiyatının gelişiminde önemli bir rol üstlenen Aslankara’nın eserleri bu kez başka eleştirmenlerin, edebiyat araştırmacılarının değerlendirmelerini bekliyor. Okurun severek okuyacağı bu romanın eleştirmenlerimizce de hak ettiği ilgiyi göreceğini umuyor; Sadık Aslankara’nın yarım kalan dosyalarını bir an önce okurlarıyla paylaşmak üzere gün yüzüne çıkarmasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

_____________

(¹)   M.Sadık Aslankara; “LE”, Can Yayınları, Haziran 2010, 198 s.

(*) Selma Baş; Yard. Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

 

(Yukarıdaki yazının bir değişkesi Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanmıştır.)