ROMAN: Zeynep Aliye; Gül; LE sin

Gül; Le’ sin!…
Zeynep Aliye

‘Gül’, ‘Le’, ‘Sin’ olmak üzere üç bölüm üzerine oturtulmuş olan roman şu cümleyle başlıyor: “Kapıyı kapatırken elimdeki torbaları fırlatırcasına bir anda yere serip saçarak önce anahtarımı çevirmiş, ardından güvenlik kilidini döndürüp zinciri geçirmiş, sırtımı, berkittiğim kapıya verip derin bir soluk koyuvermiştim.”

İşte ülke genelinde giderek yükselen gerilim, sarkaç gibi gidip gelmeler, kaos, hatta algı dışı bir ses eşiği halinde kulakla algılanamayan ama yüreklerle duyumsanan metalik vınlamalar, dışarıyı daha da güvensiz, tehlikeli hale getirmekte, Le’ye yurttaş, birey olarak sığınacak liman bırakmamakta, onu evinin içine kadar dışlamaktadır. Hatta demir sürgü çekili, teras kapısı kilitli olsa da silah tutan bir elin ya da izleyen gözlerin evin içinde ardı sıra, bir suçluyu takip eder gibi dolaştığını hissetmektedir Le.

Sonra mı? Kahramanın, kendisini dış tehditlerden kurtarıp sağlama aldıktan sonra ilk yaptığı işin, kapının açık kaldığı kısıtlı sürede içeriye sızmış olabilecek dış dünyaya ait ne varsa -ki her şey tehdit içermektedir- temizlemeye girişmek olduğunu  söyleyebiliriz. En güven duyduğu yer, daha doğrusu kendisini Latin Amerika sokaklarında ya da Filistin’deymiş gibi hissetmediği, gardını almak zorunda kalmadığı tek yerdir çünkü evi.

Bir rutin cumartesi alış verişi sonrası tanıştığımız; yaşı kırk beşi geçmiş, toplumsal bilincin yarattığı ben’le kendi yaratmaya çalıştığı ben arasında sıkışmış bir sinema eleştirmeni, senaryo yazarı, klasik müzik ve sanat filmleri meraklısı, belki Le, belki Ke, belki Kevin, ama adını romanın sonuna dek kesin biçimde öğrenemediğimiz, çünkü kendisini  hem herkes, hem hiç kimse belki de yalnızca bir bağlantı halkası gibi hissedenlerden yalnızca biri olan kahramanımız, muhtemelen Beşiktaş’ta bir apartmanın bodrum katında, arkasında demir panjurlarıyla küçük bir avluya da sahip olan dairesinde yaşamaktadır.

Ama, toplumsal legodaki varlığını bir ‘parçacık’, ya da varlıkları birbirine bağlayan ‘ile’ türü bir ulanma  halkası gibi algılaması,  onun, kendisini entelektüel kesime dahil hissetmesine engel değildir. Çünkü  benzer şekilde sanatla iç içe yaşayanların, sanatı günlük yaşantısından neredeyse çıkartmış bir toplumda Müslüman mahallesinde salyangoz satan azınlık olarak algılandığını ve hep birlikte dışlandıkları topluma ancak ‘ile’ ile ulandıklarını düşünmekte, ortak fiili  yalnızlık durumlarını da aynı nedene bağlamaktadır. Fakat öte yandan bu rıhtımdakiler ortak bir alanı paylaşıyor  görünseler de bir platform oluşturmaları, hem her biri kendi var oluşunu gerçekleştirmeye çalıştığı adacığında bir başınalığı seçtiği için, hem de zaten yaşam biçimleri ve beklentileriyle toplumun büyük çoğunluğunu oluşturanların  olası tepkisinden çekindikleri için  zor görünmektedir.

Bu arada tırnak içinde belirtmemiz gereken, Le’nin oturduğu apartmanda ve aynı semtte yaşayanların,  aydın-seçkin-  entelektüel kesimden olmasalar da kentli kimliği benimsemiş, Batılı yaşam tarzına daha yakın, yatkın bir zümreyi simgeliyor oluşlarıdır. Nitekim onlar da, yan tarafında kalan 2 numara gibi, üstündeki 3 ve 4 numaralı dairelerde oturanlar da, gardlarını alıp çekildikleri sığınaklarında, muhtemelen Le’nin yaptığını yapıp, sırtlarını verdikleri kapının ve duvarların arkasından o güne dek hiç konuşmadıkları, haklarında hiçbir şey bilmedikleri komşularının nefeslerini ve derin solumalarını dinlemektedirler ki, çevreleriyle kurdukları iletişim de bununla sınırlıdır.

Roman ilerledikçe, olayların birbirine koşut iki ayrı boyutta, ama tam bir bütünlük halinde işlendiği; bütün-parça ilişkisinin hep gözönünde tutulduğu görülmektedir.  Gerek fiziki, gerek kültürel yapı olarak Asya ve Avrupa arasında, tıpkı kahramanımız Le gibi bir ulanma halkası halinde sıkışıp kalmış Türkiye ekonomik, sosyolojik, politik, psikososyal ve tarihsel bütün boyutlarıyla masaya yatırılıp  çözümlenirken, aynı anda bir prototip olan Le’nin, bütünün bir parçası olarak, olagelenden etkilenişi, biçimlenişi, kopuşu ve parçalanışı da hikaye edilmektedir. Türkiye gerçeğinden Le’nin gerçeğine, ya da özelden genele bir karşılıklı etkileşim  halinde; bir yandan toplumun kılcallarına işlemiş bir baskın feodal kimliğin; bir yandan toplumun giysi gibi üzerine geçirdiği farklı öngörüleri, toplumsal hedefleri olan cumhuriyetin, onun eğitim kurumlarının; bir yandan da bu farklı anlayışların yarattığı çatışkı alanlarının ve bütün bu baskın öğelere karşın ortaya çıkmaya çabalayan, zorlayan kişisel özelliklerin, yetilerin harmanındaki Le’nin; hem çınarın, hem erguvanın, hem manolyanın yetiştiği çok kültürlülüğün başkenti İstanbul’da yaşadığı parçalanmanın fotoğrafıdır gözler önüne serilen.

Yakından bakıldığında, ataerkil yapıdan, aile reisi ünvanına sahip eril kişinin tüm ötekileri kendi cemaati gibi değerlendirmesi geleneğinden çıkıp gelmiştir Le. Buradan hareketle oğulların da babalar yaşadığı sürece erkekleşemeyişi, sorumluluklarına yeterince sahip çıkamayışı sonucuna varabiliriz elbette.

Bu saptamayı Türkiye  ölçeğine taşıdığımızdaysa, zihniyet haritası geçmiştekinden pek de farklı olmayan cahil halkın büyük çoğunluğunun, böyle bir erkek egemen anlayışı, tek lider, tek adam anlayışını demokrasiye tercih etme nedeni ortaya çıkmaktadır. ‘Devlet büyüktür’, ‘devlet velinimettir’, ‘devlete karşı gelinmez’, ‘büyüklerimiz bilir’, ‘bir bilene sormak lazımdır’, ‘şeriatın kestiği parmak acımaz’, ‘demokrasi birkaç gömlek büyük gelmektedir’ ‘Partide lider her şeydir’, ‘o sopayı bile aday gösterse milletvekili seçtirir’, ya da liderin buyruğu ise ‘ölü köpek bile dişlerle Ankara içinde taşınır’ vb gibi toplumsal zeminde kabul görmüş deyişler de aynı biçimde partilerdeki lider sultasını ayakta tutan nedenleri, toplumsal bilincin neden  demokratikleşemeyişini açıklamaktadır.

Le yalnızdır, korkmaktadır. İçinde yaşadığı baskıcı, hoyrat, samimiyetsiz, bir güruh gibi hareket eden,  çoğu önyargılı, karşılıklı suçlayıcı, tahrik edici, anlamaya çalışmak yerine yargılayan, iktidar değiştikçe saf değiştiren stereotip,insanların oluşturduğu toplumun rolü büyüktür onun bu korkusunda. İktidarın gücüne yaslanarak, hatta ona gönüllü muhbirlik, polislik ederek var olanlardan gelen şöven, hamasi, keskin, ben çoğunluğum ve haklıyım tutumunu kendi var oluşuna yönelik bir tehdit olarak hisseden entelektüel grup ya da kişiyse sığınacak, kaçacak yeri kalmadığını anlayınca bu kez daha daha dibe, kaçmak zorunluluğunu hissedecektir. Böylece, konuşamayış, tartışamayış, toplumun katmanlarının giderek ayrışmasını, kopmayı ve aralarında bir uçurum oluşmasını getirecektir.

Nitekim bu ayrışma, kopuş, kendine çekiliş, önceleri Cumhuriyetin ve devrimlerin savunuculuğunu yapan, kendisini bu anlamda yükümlü gören sanat için de söz konusu olmuştur. Sanatçı aynasını nicedir toplumdan uzaklaştırmış durumdadır ve Le de, bir sinema eleştirmeni, yazarı olarak kendisini toplumsal bir misyonla yükümlü görmemektedir. Bu bağlamda, dil ve anlatım ustalığını ikinci plana atarak konuyu-sorunsalı öne çıkaran yazarları da, yazın anlayışını da pek tutmamaktadır.  Fakat öte yandan sanatla, sanatçıyla tüm toplumsal kesimler arasındaki kopuşun, karşılıklı olarak, değerlerini, anlayışlarını, inançlarını küçümsemeye, tahrik edici biçimde suçlamaya, hatta yargılamaya doğru izlediği rotadan pek de tatmin olmuş görünmemektedir. Ama bir bakıma çaresizdir. Maço bir toplumun dürbününde Aydın kesimi seçkin kesimle özdeşleştirecek; entelektüeli, entel/dantel ve biraz da yumuşak, light kimliğiyle algılatacak ve böylelikle ayrıştırılmış iki kesim arasındaki son bağlantı halkasını da koparıp atacak eğilim, Le’ye de bodrum katındaki dairesinde kendi özerk cumhuriyetini kurdurmuştur.

Ülke geneline baktığımızda, ‘batı-doğu, modern-geleneksel, laik-islamcı’ gibi her alanda birbirine karşıt olan anlayışların yeşerip güçlendiği ortadadır. Üstelik bu parçalanmalar yeni parçalanmaları getirmektedir. Yazarın bize hissettirdiği, taban tabana zıt yönelimlerle, toplumun ve onun en küçük parçacığı olan tekil insanın şizoid bir kimliğe sürüklendiği, bu durumdaysa gerek bütüncül yapıda, gerek en küçük birimde kişilik bölünmesinin kaçınılmaz olduğudur. Toplumsal bilinç, birlikte yaşama ülküsü, toplumsal bellek, ortak yaşama kültürü gelişemediğinden, onun boşluğunu ‘çatışma’ itkisi doldurmakta, yakınlaşma yerine yabancılaşma, uzaklaşma dürtüsü egemen olmaktadır.  Fakat özellikle de Le gibi iki arada kalmış, kimi yönden Batılı değerlere, alışkanlıklara kendini yakın hissederken  kimi zevkler, alışkanlıklar, değerlerle Doğulu gibi davranan; yani hem toplumla, hem de kendisiyle çatışmalar yaşayanlar bakımından problem daha büyüktür.

Bir başka açıdan bakıldığında, çağdaş sanat, bilim ve kültür politikalarının üretilemeyişi; halkı cahilliğe özendirecek siyasi programlar kadar, sanatçının da sanatı bir üst algı biçiminden topluma indirgeyemeyişi; insanlarında itiraf müessesesini, iç denetim, özeleştiri, eleştiri mekanizmasını gelişemeyişi doğal olarak Le gibi arada kalmış, kendi olamamış, bu yüzden de kendine ait bir gelecek kurgusu bulunmayan; arzularını, beklentilerini dışa vuramayan, özlemlerini, gizli gizli yaşayan, gizli gizli kuran, kurgulayan, açıklıktan yoksun, içtenliksiz, parçalanmış, bölünmüş  kişiliklere sahip insanlar üreten şizoid kişiliklerden oluşma bir toplum sonucunu doğuracaktır.  Nitekim Le’nin, doğru olduğuna yüreğiyle inandıklarıyla, bilinciyle doğruluğunu kabul ettikleri bile bir içsel çatışma ortamı doğurmakta; hatta bu yüzden en temel arzularını, özlemlerini, isteklerini bastırmakta; bu kendinden kaçışlarsa sözünü ettiğimiz, kişilik bölünmesine zemin yaratmaktadır.

Kendisini farklı ideolojiler arasında bir yere oturtamayan, oturtmak da istemeyen, çünkü bir yandan toplumsal alandan devraldığı ve ulusal genetiğe işlemiş  kültürel miras, bir yandan yepyeni Cumhuriyetin getirdiği Batıya, çağdaşlığa dönük değerlerle hem Batılı hem Doğulu olan, hem toplumcu hem seçkinci olan, hem  hem herkes hem hiç kimse olan Le, çevresine at gözlüğüyle bakanların ortamında elbette anlaşılamayacaktır ve yaşadığı bodrum katındaki daireyi kendi cumhuriyeti, duvarlarıysa, kalesinin surları gibi algılamaya kadar vardıracaktır yalnızlığını. O kadar ki bir cumartesi alış verisi sonrası hem tehlikeyi dışarda bırakmak, hem de bir an önce yalnızlığına kavuşmak için acele acele kapıyı kapatması, ardından da içeriye sızmış olabilecek dış dünyaya ait ne varsa büyük bir heyecanla hepsini temizlemeye girişmesi sırasındaki heyecanı, sanki düşmanın topraklarından kazınmasına yönelik bir yaşamsal muharebedir.

Le’nin bu denli ürkmesinin, kaçmasının bir nedeni de, toplumun çözülme, parçalanma, yok etme, yok olma sürecini tam olarak anlamlandıramasa da kendi dışında olan bitenin sonunda onun egemenlik alanına;   kendi bedenine, ruhuna kadar dayanacağına duyduğu tedirgin endişe, korkudur. Güvenebileceği hiçbir kurum kalmamıştır. Öğrendiği, kutsallığına inandığı bütün değerler kökü kurumuş, gövdesini kurtlar basmış ve  her an yıkılacak yalnız ağaçlar gibidir. Yozlaşma, kirlenme, kitsch bir anlayış ele geçirmektedir her iyi ve güzel şeyi. Cumhuriyet devrimleri, ilkeleri, kurumları, bilgisayar ekranındaki içi boş dosyalardan başka hiçbir şey değildir artık. Yozlaşma, kültürsüzleştirme, depolitizasyon, kirlenme diyebileceğimiz karşı devrimci çabaların da giderek hız kazandığı baştankara, sistemsiz bir süreç.

Kimliksizleşme, hedef ve amaç yitimi, içten dışa – dıştan içe genişleyen boşluğun yarattığı kaos, daha önce belirttiğimiz gibi, Le’nin ruhsal atmosferinde büyük iklim değişikliklerine, derin çatlaklara yol açmaktadır. Hatta o kadar ki parçalanmanın yeniden, yeniden tekrarı, bölünemez parçanın da bölünerek Le’yi, muhtemelen Hermafrodit bir cinsel yarılmanın eşiğine getirip bırakması kaçınılmaz olmuştur. Muhtemelen diyorum çünkü soyutlamalar ve dönüştürmelerle yeniden yaratmalara farklı anlamsal yorumlar aramaya açık bir romandır Le.

Le’ye göre, ‘bir yere ait olmak’, ‘taraf olmak’, ya da ‘taraflı gibi davranmak’ türü dayatmalar son derece anlamsız ve bireysel özgürlükleri zedeleyicidir. Bu ümmet, cemaat kültürü, zaten feodal toplumlara özgü bir varoluş biçimidir. Bir entelektüel sinemacı olarak yalnızlığının temel nedenlerinden birisi de kendisini hiçbir yere ait hissetmiyor olması değil midir zaten. Oysa roman ilerledikçe göreceğimiz gibi bir tarafta ‘şey’ler birleşir, aynı çatı, aynı başlık altında toplanır, bir örnekleşir ve güç odağı oluştururken, karşı kamptaysa ‘şey’ler, yabancılaşır, kopar, uzaklaşır, gitgide küçülür, parçalanırlar. Yalnız yaşamak, yalnız olmak, yalnız kalmak, yalnızlaşmak, yalnızlaştırılmak güzergahında, kaçacak, sığınacak bir yer kalmadığı görülünce de Le’nin yaptığı gibi yalnızsızlaşmak’a kadar gidilmektedir.

Le’deki kırılgan yapıda, çocukluk yaşantılarının, o yaşantılar içinde yer alan kişilerin payı büyüktür. Fakat yine de en büyük pay, çok küçükken yitirdiği annesinindir.  Feodal bir toplumda kadın olmanın yüklediği edilgen, tartışma yerine daima uzlaşmayı seçen, sanatçı ruhlu, nahif, aşırı duyarlı annesinin yanı sıra; “hot zot adamın teki”, “… programlamaya meraklı, amatörce resim yapan, marangozluğa düşkün, bu arada kendini dünyanın en yetenekli insanı sayan taşralı bir adam…” diye tanımladığı, gerek koruyup kollamacılığı, içe kapanıklığı, duygularını belli etmekten hep kaçınması, yanı sıra despotik özellikleriyle, feodalitenin tipik bir ürünü sayılabilecek babasının, kişiliğinin oluşmasındaki rolü de ondan aşağı değildir.

Annesi Aysel’in ölümünden sonra babasıyla birlikte ve yanlarında bir kuş kafesiyle, 15.-16. Yüzyıl feodal anlayışın egemen olduğu doğudan, ekonomik, politik, kültürel alanlarda 21. Yüzyıl kıyılarında dolaşan Batıya, oradan da Türkiye’nin metropolü, görünüştü uzlaşmış bir çok kültürlülük sergileyen fakat bütün kültürlerin için içinkavgalaştığı, yaşam mücadelesi verdiği İstanbul’a göç edişlerinin,  geride bıraktıkları ve oralarda tanık olduklarının çocuk ruhunda çatışkılar yaratması, sonuçta da kişiliğinde derin bir yarılmaya yol açması kaçınılmazdır.

Başta da belirttiğimiz gibi iki ayrı kanaldan işleyen romanın paralel boyutunda, Le’nin Osmanlıyı ve feodaliteyi temsil eden doğudan, Cumhuriyeti, demokrasiyi, çağdaşlığı temsil eden Batı’ya göç sonrasında yaşadığı bireysel çatışmalarla,  İmparatorluğun yıkılıp yerine gencecik Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte toplumsal bilinçte boy gösteren çatışmaların sonrasında ortaya çıkan kişilik bölünmesinin benzerliği dikkat çekicidir.

Kendisiyle tanıştığımız cumartesinin, hayatında bir rutin değil de bir milat olduğunu yalnızca birkaç saat sonra anlayacaktır Le. Nefes nefese, panik içinde temizlik yaparken çalan telefonda, Gülerguvan, yani Türkiye’nin en popüler, en çılgın, en aykırı, ayrıksı, delimsirek oyuncusu vardır  ve hakkında yazdığı bir yazıyla ilgili konuşmak üzere kendisini ziyarete gelmek istediğini söylemektedir.  Aslında ikisi arasında böyle bir telefon görüşmesi hiç olmamıştır. Yalnızca, çaresizliğinin en dip noktasında, bilinci gerçek ve gerçek dışı arasında bir sarkaç gibi savrulurken can havliyle tutunuvereceği bir can simidi gibi gelmiştir kadının hayali.

Zaten bir biçimde tanıdığı bir kimliktir Gülerguvan; danışmanlığını yaptığı bir filmin çekim sırasında aynı mekanlarda bulunmuş olsalar da yüz yüze getirilip tanıştırılmamışlardır, çünkü Le böyle bir girişimde bulunma cesaretine ve özgüvenine sahip değildir. Bu yüzden de onun hakkında bildikleri kulaktan dolma ve daha çok magazin haberleriyle sınırlıdır. Ama zaten onun gerçek kimliğiyle ilgilenmemektedir ki Le. Kendi geçmişindeki bütün öteki gerçek ya da hayali kadınlarla, başta annesi olmak üzere,  hayali kızkardeş Serpil’in, Gül’ün, Güler’in, Aysel’in, yani arkadaşının, ninesinin, kısıtlı aşk deneyimlerinin,  çocukluğu dahil olmak üzere platonik sevgililerin bıraktığı izlerle bütünleştirerek, güdük kalmış cinselliğinin tamamlayıcı yarısı olduğu kadar duygu, ruh, hayal dünyasının da öteki yarısını doldurabilecek siyasal kimliği ekleyerek, en büyük merakı olan senaryo yazarlığını onun entelektüel birikimine yapıştırarak; klasik müzik merakı, sanat filmlerine duyduğu düşkünlük dahil, yani kendisindeki tüm çatışkı noktalarının adeta kusursuz bir bütünlüğü olarak, bir mükemmelliyet anıtı gibi ortaya çıkartacaktır Gülerguvan’ı. Daha doğrusu, Gülerguvan, kozasını parçalayıp dışarı çıkacak yani o akşamüzeri kapısını çalıp içeri girecektir.

Romandaki  Gülerguvan güçlü bir kişiliktir. Kibele’nin bir dişi tanrıça olarak kutsandığı bu topraklara  anaerkil bir yapıya göndermede bulunan Anadolu boşuna denmemektedir. Yaratan, üretendir kadın; bereketin sembolüdür. Kurtuluş Savaşı’nda mucizeler yaratandır. Cumhuriyetin en önemli bayraktarı, devrimlerin en yılmaz bekçisidir.  Fakat aynı zamanda, Osmanlı döneminde ne adı ne kendi olan, varlığı kadar yokluğu da hissedilmeyen, kaderini kabullenmiş, zorluklar karşısında karşı koymayı bilmemiş, edilgen, kendi hakkında yapılan spekülasyonlara, istismarlara ses çıkartmayan da aynı Anadolu kadınıdır.  Nitekim kahramanın  ninesi, büyükbabası Deli Yüzbaşı’nın eşi olan Aysel Nene’si,  buğulu sesiyle söylediği ağıtlar, türküler, ninnilerin sedaları dışında kim olduğu, kimlerden olduğu hakkında geride hiç iz bırakmamış, feodal dönemin kadınlarından biri değil midir? Le’nin babasının onunla ilgili anımsadığı tek şeyse, boynundaki, dokunup otomobilin kornasına basar gibi yapıp biip ettiği ben ve arkasından kıkır kıkır gülüşü dışında hiçbir şeydir. Yani hem Osmanlı dönemi kadınını, hem de Cumhuriyetle varlığı tanınan, yurttaş sınıfına sokulan  kadını ve onun türevlerini simgeler, bu bağlamda hem Aysel Nene, hem Aysel, hem Gül hem Güler hem Serpil, hem de Le olurken; Le de hem babası, hem Deli Yüzbaşı, hem Le, hem Harun, hem de Gülerguvan’dır.

Gülerguvan’ınkuşkusuz  mücadeleci bir hayatı olmuştur. Doğal olarak Le gibi Doğu kökenlidir, öğrenimini de elbette İzmir’de yapmıştır.  Le’den farklı olarak siyasi anlamda sakıncalı bir sicile sahiptir ve hala da polis tarafından izlenmektedir.  Siyasi geçmişi,  liseyi bitirdiği yıl yardım ve yataklıktan içeri alınmasıyla tescillenmiş, üstelik orada, etkisinden hala kurtulamadığı bir tecavüze uğramıştır. Bu tecavüzün yarattığı travmayı, oradan her ne kadar başı dimdik çıkmışsa  da hala atlatamamıştır ve kendince bunun öcünü almak için de erkeklerle ciddi olmayan, geçici ilişkilere girmek gibi bir yöntem geliştirmiştir. Ama tek aradığı şey iyi niyet, temizlik, sevgi, dürüstlüktür; şefkatle kendisine yaklaşacak, onu göğsünde uyutacak, öteki yarısı gibi biridir; yani Le’dir.

Dikkatle bakılırsa, Cumhuriyet öncesi geleneksel yapının tipolojisiyle,  85 yıldır oturmamış, oluşmamış, netleşmemiş,  yerleşmemiş bir Cumhuriyet Türkiyesi  kadınının sentezidir Gülerguvan. Çünkü Le’nin kafasındaki ve aynı zamanda toplumsal ölçekteki kadın modeli hem geleneksel, hem modern; hem anne, kızkardeş; hem eş, hem metres; hem hizmetçi, hem sevgili; hem özgüveni gelişkin, entelektüel, hem biçimlendirilebilir, edilgen; hem zarif-ince-kırılgan ama hem de tuttuğunu kopartan, girişken, mücadeleci ve alabildiğine nahif bir kadın; yani bir ham hayal, belki de bir imkansıza işaret etmektedir.  15. Yüzyılla 21. Yüzyılı pratikte iç içe yaşayan geçmişten kopamamış, ne tarım ülkesi ne de sanayi ülkesi olabilmiş; ne Doğulu ne Batılı olabilmiş ne de Cumhuriyet değerlerini özümseyebilmiş Türk toplumunun, kadınıyla erkeğiyle, karışık görünse de zihin haritasıdır bu anlayış. Büyük kentlere toplanmış ancak ne köylü  ne kentli, ne emekçi ne sömürgen, ne cahil ne aydın olabilmiş, tutarsız, amacını, varoluşunu hiç sorgulamayan, üretken görünen, her şey imajdır anlayışını savunan, kendiliğinin farkında bile olmayan, geçmişinden bihaber olduğu için devrimin getirdiği kazanımları da hoyratça savuran günümüz kadınına olduğu kadar erkeğine de sıkı bir göndermedir bu tipleme.

Fakat önemli olan Le’ye,  tüm özlediklerini, tüm eksikliğini hissettiklerini getirmiş olmasıdır. Ya da o böyle bir yanılgıya düşmüştür. Yaşadıkları belirsizliklerle beslenen, uçları açık, düşsel ilişki bütün boşluklarını dolduracaktır. “Yüz erkeği aynı ipte oynatabilecek kıvrak zekalı, aynı zamanda deli dolu, ama cin mi cin, saf, mahcup, zavallı, gariban ama başı dik, dirençli, yürekli bu sinema oyuncusu,  Le için her şeydir artık; hayatı, bütün varoluşu olarak gördüğü sinemanın yerine, Gül, Güler, Gülerguvan’ı koymuştur. Gülerguvan  Le’ninhermafrodit  kimliğinin bir yarısını oluşturan bütün kadınları içererek; hem Serpil, hem Gül, hem Güler, hem Gülerguvan olarak  girmiştir  erkeğin hayatına. Hem aşk, hem kızkardeş, hem dost, hem arkadaş, hem nine, abla olarak. Hatta daha da fazlası. Çünkü Anadolu Kibele’nin yurdudur. Bu toprağın kadını yaratan, üreten, verici, sevgi dolu olma özelliğiyle doğmaktadır. Kurtuluş Savaşı’nda mucizeler yaratan, cumhuriyetin bayraktarlığını yapan da aynı kadındır.

Evet, Gülerguvan Le için hem annesi Aysel’dir, hem Aysel Nenedir; hem arkadaş sevgili, şefkatli dost, kızkardeştir. Güler’dir; onu yıkayıp durulayıp, havlulara sarıp yatağa taşıyan. Gül’dür; küfürbaz, aşk kadını, çok sigara içen ama sıcacık. Gülerguvan, toplumun inşasında Batılı değerleri savunur görünürken, kendi evinde feodal, ataerkil değerlerin sıkı bekçiliğini yapan, nitekim cilası kazınınca altından kara bıyıklı hali çıkan  Türk erkeğinin hayalindeki kadındır ve bir imkansızdır.

Kadının dizlerine sarılıp ayaklarına kapanmış tutkusunu haykırırken “Sana aşığım Aysel, n’olur beni bırakma!”, “Hadi hançerle beni! En derinlerime dek sapla hançerini. Senin elinden ölmek istiyorum seni seviyorum bebeğim!”, ”Çırılçıplağım, sula beni, aç vanalarını, aklının duygunun… “ diye ağlarken gerçekten de o güne dek hayatına şu ya da bu biçimde girmiş, ya da teğet geçmiş kadınların tümlenmiş ötesi hali olduğuna inanmaktadır. Güzel, entelektüel, dişi, şuh, çılgın, sevecen, akıllı, zeki, hoyrat, hırslı. Fakat aynı zamanda sevdiği erkek için tüm kurallarından vazgeçmeye hazır, tuhaf bir kaderciliği olan ve tüm kazanımlarını bir anda bırakabilir biridir.

Le’de giderek gerçekle buluştuğu anlar azalmakta, gerçek ve gerçek  dışı alanlar birbirine geçmekte, bulanmaktadır. Kahramanın cinsiyet anlamında kıyısında durduğu Hermafrodit kimlik bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin de psikososyal, sosyodemografik, sosyokültürel parçalanmışlığına ayna tutmaktadır. Daha önce dört kez yaşadığı cinselliğin,  Gülerguvan’la yaşadığına hiç benzemediğini,  çünkü onunla tıpkı bir ruhsal aydınlanma, dinginleşme, coşkunluk, insani bütünleşme, tamamlanma haline dönüştüğünü vurgularken paralel boyutta Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanma sürecine dipnot oluşturabilecek II. Mahmut dönemindeki Islahat hareketlerine, I. Ve II. Meşrutiyete, Tanzimata da gönderme yapmaktadır.

Fakat Cumhuriyet gibi bir aydınlanma, çağdaşlaşma, dipten gelen coşkunluk deneyimini, daha önce hiç yaşamamıştır bu halk. Aysel’e, “….akıt bana sularını, duygunu, aklını!” derken bir bakıma kastettiği de Batının teknolojik ve kültürel aydınlanmasından ülkenin yararlanmasına dönük istek, arzu, özlemdir.  Nitekim bu talebi Gülerguvan’a değil, onun kimliğinde yarattığı senaryo yazarı, yetenekli, basın yayını bitirmiş bir kişilik olan Aysel’e dönüktür.

Gülerguvan’la ilişkileri, bir yandan parçalanmayı bir yandan bütünleşmeyi yaşatmaktadır Le’ye. Kendisini Gülerguvan’ın, yani öteki parçasının kölesi, kulu, emir eri olarak bile kabule razıdır. Zaten öyle de görmektedir. Ataerkil bir aile yapısının temsilcisi olarak babası ona korkuyu, itaati öğretmiştir çünkü. “babamın ölüsüne de bakamamıştım, ne babaydı o, dirisi korkuydu zaten, ölüsü bile korku anlamı taşıyordu hala” der. Babasından ona kalan bu önemli davranış özelliği bilinçaltının kıvrımlarında  “Korktum, korkuyorsun, korkuyor, korkuyoruz, korkuyorsunuz, korkuyorlar!” olarak hep dolanacaktır. Annesiyse, daha önce vurguladığımız gibi, edilgen uzlaşmacı, sinik, silik, aşırı duyarlıklıdır. İşte bu iki farklı karakterden birinin ötekine kayıtsız koşulsuz itaat ettiği, bir bakıma güçlü olanın ötekini bastırdığı, çünkü toplumun genetik kodlarından kolay silinmeyecek bir feodal, tutucu yapının ürünüdür.

Hayalinde birlikte olduğu, ve  gerçeğiyle gerek fizik gerek psikolojik özellikler bakımında ilgisi olmayan Gülerguvan’a tapmaktadır Le. Istırap çeken yapayalnız, kırılgan, örselenmiş ruhunu hem kanatıp hem öpüp okşayandır çünkü Gülerguvan; Aysel, Gül, Güler’dir… Ne kadar çıplak olduğunu hatırlatırken aynı zamanda şefkati sıcaklığı, içtenliği, sevecenliği, yaşatandır. Acımasızlığıyla, hoyratlığıyla, delişmenliğiyle, çılgınlıklarıyla Le’ye bir doğum anını hissettiren, ödül ve cezalandırmayı birlikte sunandır.

Fakat mutlulukları uzun sürmez. Bir adacığa sığınmış olsa bile dışardan ve kendi içinden sürekli baskı altındadır. Kapının dışındadır tehdit, her taraf polis kaynıyordur. İkisine ait bir dünya için nefes alacak alan kalmamıştır artık. Türkiye hızla bir polis devletine dönüşmekte, bağlı olarak siyasal-demokratik kazanımlar sümen altı edilmekte, toplum tutuculaşmakta, kadın üzerinden yapılan politikalarla güç kazananlar bir yandan da kadın haklarını güdükleştirmekte, kadın politika sahnesinden uzaklaştırılmaktadır.   Böyle bir toplumda özgürce yazmak, özgürce düşünmek bile şüpheli sınıfına sokulmak için yeterliyken, Gülerguvan gibi insancıl, barışçı, haksızlıklara karşı dikilen, özgün ve özgür bir kadın modeline ne de özgürce yaşanacak bir aşka hoşgörüyle bakılamaz. Nitekim iki sevgili polise izlerini kaybettirebilmek için bundan böyle kendi aralarında buldukları bir şifreyle haberleşmeye karar verirler.

Güler’in çizdiği, bütün bölgeyi gösteren büyük kroki sağlayacaktır bunu. Fakat görürüz ki bu krokiye artık evin içi de dahildir. Dahası, bütün olay zaten o küçük dairenin içinde geçmektedir. Hatta perdeyle cam arasındaki boşluk bile kamusal alanın bir parçasına dönüşmüştür. Bunun anlamı, Le için artık evin de güvenilirliğini yitirmiş olduğudur. Bütün duvarlar yıkılmış ve hayatları dış dünyanın kontrolü alına girmiştir. Hem zaten kadının köşeye sıkıştırıldığı, ona yönelik vahşetin giderek kanıksandığı günümüzde Gülerguvan’ın devrimci, mücadeleci, coşkulu, güçlü, dirençli, başkaldıran yanının intiharı kaçınılmazdır. Erguvanların patladığı günlerde kendisi de bir erguvan patlaması halinde kıyar kendine Gülerguvan.

Sonunda rüya bitmiş, hayalinde yarattığı imkansız  aşkın, aynı zamanda hayata tutunmasının, mücadele etmesinin aracı- temsilcisi Gülerguvan gitmiştir.  Le, ona omurga görevi yapan, ayakta durmasını sağlayan parçasını yitirmiştir. “….onun gidişi  “işte bir yalnızın ölümü”dür. Sular çekilmişti, kurumaya başlıyor, aslıma dönüyordum, kendi çoraklığıma…” der Le. Göbek bağının koptuğunu şiddetle hissettiği travmatik an, güdüsel biçimde ellerinin üzerinde emeklemeye başlar. Demokrasimiz yerlerde sürünüyordur bir kez daha. Türkiye şoka sokulmuştur ve geçmişini unutması istenmektedir bir kez daha.

Le bu durumda hala var olmayı bir biçimde sürdürmek mücadelesini vermektedir. Her şeyi unutmak, oyalanmak, evet, tamam, tabii… Gülerguvan’ın eksikliğine, boşluğuna dayanabilmek için yeniden temizliğe başlar. Yazmayı, düşünmeyi, hatta müzik dinlemeyi, hatta resmi, her şeyi unutması isteniyordur değil mi? O da unutur. (Çeşitli müdahaleler veya demokrasinin askıya alınması dönemlerinde yaşananların aynısıdır yaşananlar). Sürekli kusmaktadır. Bütün bildiklerini, inandıklarını, bütün ilkelerini, amaçlarını, hedeflerini, istek ve özlemlerini kusmaktadır. Çünkü bünyesine zararlıdır, çünkü istenmeyendir onlar. Bir makine olması bekleniyordur; “ Çalıştım, kustum, yattım, kalkıp yine aynı işleri, yatıp kalkıp her gün hep aynı işleri yaptım. Bir gün gır gır gır, hır hırhır, ertesi gün hır hırhır, gır gır gır… pata küte halıları dövüyorum, kilim silkiyorum taşradan kente yenice gelmiş, temizlikte gösteriş budalası kadınlardan biri olarak, bu ben miyim?”…… “yıkadıkça yıkıyordum, yıkadıklarımı götürüp balkona, elimde mandal torbası, çamaşırlığa değil de balkonun tellerine asıyordum hışır hışır su zerrecikleri saçarak havaya. Süpürge çalışırken çamaşır yıkadım. “ Tam bir yarı bilinç haliyle yaşamaktadır.

Ve arkasından ağlama, sayıklama fasılları gelir: Bu, toparlanmaya başladığının göstergesidir az da olsa. Şokun etkisi geçmektedir. Toplumun karartılmış belleğinde yer yer aydınlanmalar görülmeye, geçmiş anımsanmaya başlanır. “Annem geliyordu apansız usuma… biz Viking kırması beş Vandal erkek, makinelerin ortasında Hitler çalımı atarken sağa sola, onun bizim bütün fişlerimizin takılı olduğu priz halinde çalışması…. “her gün kolumdan tutuyordu annem…….. hazan anıtı halinde bana yardıma koşuyordu ya ben bakamıyordum onun gözlerine……bu kez iki kişi olarak çalışmaya başladık… Toplumun ve Le’nin henüz tutunabileceği, sarılabileceği, sığınabileceği hiçbir şeyi yoktur ama.

Fakat sonra Gülerguvan’a ait olan erguvani harmaniyi görür. İmparatorluğun olduğu kadar Cumhuriyetin, egemenliğin sembolüdür o. Fırlatıldığı yerde durmaktadır. Her an kırılabilir, zarar görebilir korkusuyla kollarına alır; artık harmani Gül’dür, Güler’dir, Gülerguvan’dır, hatta Serpildir. Yani aşktır, tutkudur, şefkattir, sevgidir, özlemdir, düştür; özgürlüktür, demokrasidir, devrimlerdir. Hayali bir ezginin eşliğinde dansa koyulduğundaysa artık Aysel olmuştur kollarındaki. Aysel, yani annesi; kollarında sıkı sıkı kavradığı bir yandan öpüp koklarken bir yandan da parmaklarıyla avuçlarıyla  yeni doğmuş bir çocuk gibi annesini hoyratça keşfetmeye çalışmaktadır.

Evet, annesine yeniden kavuşmuştur. Atlıkarıncadan atlamışçasına yatağa savurur kendini. Giysi yani anne, yani görünürde varlığı süren oysa bir kılıftan başka bir özelliği kalmamış devrimlerimize sarılarak. Üzerindekileri çıkartıp çırılçıplak halde Aysel’in yani annesinin kollarına atılmıştır. Bizim Cumhuriyetimize, demokrasimize bir darbe, muhtıra sonu kavuştuğumuzu sandığımızdakine benzer ölçüsüz, hesapsız, hoyratça bir kucaklaşmadır. Fakat, eksiktir. İlkel, güdüsel bir buluşmadır, o kadar. O annedir, ona bir şey olmaz. Ondan zarar gelmez asla. Tutkulu bir kucaklaşma, aşkla, mutlulukla bir kucaklaşma. Fakat Le annesiyle, Türkiye de demokrasiyle hiç yaşamamıştır ki bu sınırsız mutluluğu. Öyleyse kız kardeş gibidir giysi yani demokrasimiz. “Yetmez ama evet” gibidir. Yetinmek gibidir. Siyasi, düzene aykırı, kuşkulu hiçbir yanı olmayan; özlediğimiz ölçüde, anne kadar olmasa da güvenilir, arkadaşlık edilebilir, sevgi dolu, hoşnut, sevecen, içtenlikli; hem Serpil, hem Güler’le buluşma gibidir.

O güne dek hep kilitli tuttuğu kapıları aralamaya götürür bu Le’yi. Hem zaten kendi adına siyasi yönden çekineceği, sakınacağı, gocunacağı bir şey kalmamıştır. Küçük avluya açılan demir akordeon sürgülü kapıyı bile açar. Artık yalnızlığı musdaripliği, muztaripliği bitmiş, kapılarını dışa açmış, özgüvenini yeniden kazanmış, geçmişle kavgasını bitirip barış imzalamıştır. Bu, kendisiyle bütünleşmeye giden yoldur. Barışmış, tamamlanmıştır.  Aynı şekilde ülkemiz, demokrasimiz de 12 Eylül’ün baskıcı günlerini geride bırakmıştır.  Le, bu açılmanın, özgüvenini kazanmanın sonucu on beş yıl sonra yeniden İzmir’dedir işte. Kızkardeşi Serpil’le her şeyi paylaşabilirler, ona danışabilir de. “Ne çok sevmiştik birbirimizi. Annem babam gibi biz de yalnızlıklarımızı paylaşmıştık” ifadesinde olduğu gibi, ayrı ayrı dünyalar halinde, bütünleşilmeden yaşanan bir sevgidir bu. Paylaşılan yalnızlıktır, yalnızlığa saygıdır, yalnızlığın korunmasıdır. Bunun dışında aidiyet, değerler, bağlar konusu konuşulmamış, tartışılmamıştır. Herkes bir arada ama ortak bir yerden yönetilen robotlar gibi yaşamaktadırlar. Nitekim dinsel, mezhepsel, ırksal özellikler olduğu kadar zihinsel haritalar da bilinmez, açılmaz birbirine.

Nitekim Gülerguvan’ın intiharı sonrası, yani öteki boyutuyla demokrasinin, toplumsal muhalefetin ciddi biçimde zarar görüp örselenmesi sonrası, değerler, kazanımlar, demokratik haklar, ülkenin zenginlikleri elden çıkmakta, ülke bir yandan yoksullaşırken, cahilleşirken, bir yandan da itibar yitirmekte ve halk büyük bir umutsuzluk, geleceksizlik karamsarlığına itilmektedir.

Tam bu sırada devreye yeni bir karakter girer: Kapı komşusu Perihan; ‘La’ olan. İle’nin, İla’sı; kendisi gibi bir ulanma, bağlanma halkası; ne kendi ne öteki olabilmiş… Onunla tanışmasını, ‘Tam kareye giren kadın’ı, yüz, beden çizgileriyle böyle böyle tanıdım’ diye anlatır Le. Giderek arsızlaşan, saldırganlaşan, tam anlamıyla değer kaybına uğramış, umursamazlığın zırhına sarınmış insanların toplumunda Le’nin de katkısıyla yok edilen Gülerguvan karakterinin yerini, iktidarla uzlaşmış, toplumsal mücadelelere ters bakan fakat daha baskın kimlikli ve Le’ye sempatik davranan, hatta hoşlandığını açıkça belli eden, emekli eski bir polisin alması elbette kaçınılmazdır. Gülerguvan; yani gelişmiş, modern bir demokrasi Le için de, toplum için de birkaç gömlek büyük gelmiştir zaten.  Devrimci, dik, mücadeleci Gülerguvan karakterinden doğan boşluğu da Gül ve Güler’le planlı olmasa da kimi günler yaptıkları hayali yürüyüşlerle bir ölçüde telafiye çalışır.

Çünkü gerek kendi psikolojisi, gerek Türkiye’nin psikososyal yapısı, gerek sosyo kültürel değişkenleri, gerek siyasal havası; devrimci, mücadeleci, hümanist, barış savaşçısı aynı zamanda cinsel kimliğine de sahip çıkan Gülerguvan’ın değil, emekli bir polis olan,  gücünü iktidardan ve egemen zihniyetten alan,  aynı biçimde erkek egemen sistemde çalışmış biri olarak kadın kimliğini ödünç aldığı erkek kimliğiyle değiştirmiş, duruş olarak erkeksileşmiş,  kabalaşmış, ince zevkleri olmayan, estetik beğenileri gelişmemiş; öte yandan gün boyu televizyon izlemekten sıkılmayan, alış veriş çılgını,  yani tam da düzenin istediği kadın modelindeki Perihan’ın yeşermesine uygundur.

Perihan’ı “boyca da ağırlıkça da kendisinin neredeyse iki katı ama çok güzel, klasik dönem ressamlarının portresini yapmak için can atacağı ölçüde hem de bakıldığında insanın hemen gözünü çelecek yüzü vardı kadının” diye tanıtmaktadır yazar.  Barmenlik yapan oğlu Harun’la yaşamakta onu sürekli desteklemektedir. Senede ancak birkaç kez, sefer dönüşlerinde gelen, evli, üstelik Ankara’da oturan Kaptan bir de sevgilisi vardır.

Büyük haritadaysa, ülke de Le gibi önemli bir dönemeçtedir. Her toplumsal kesim, siyasal görüş farklı argümanlara -Osmanlının güçlü, aydınlık günlerine, emperyalizmi dize getirdiğimiz Kurtuluş Savaşı günlerine ya da Orta Asya’da hükmettiğimiz parlak geçmişe- sarılarak yol almaya, böylelikle travmayı atlatmaya çalışmaktadır.

Neoliberalizmin zafer bayrağını göndere çektiği; kayıtsız koşulsuz egemenliğini ilan ettiği, tek kutuplu günlere gelinmiştir. Onun  ideolojisine bağlı olarak biçimlenen Türkiye’deki yurttaş değil tüketici kimliği hedefleyen politikalarla toplum değiştirilmeye, uyuşturulmaya başlanmıştır. Değerlerin yerini yeni piyasa değerleri almaktadır.  Nitekim Le de ülkenin değişen sosyokültürel, psikososyal yapısına uygun olarak uğraşlarından ve hobilerinden vazgeçmiştir. Aynada kendini görmekten kaçmasının aynayı boyamaya kalkmasının nedeni de içinden çıkılamayan bu kaotik ortamdır.

Bütün yurttaşların yasalar önünde eşit sayıldığı  bir toplumdan, nüfusunun yarısını oluşturan ve cennetin ayakları altında olduğuna inanılan kadının sosyal hayattan yavaş yavaş uzaklaştırılıp evin içine kapatıldığı, ailenin kayıtsız koşulsuz reisliğine Baba’nın atandığı Ataerkil anlayışa dönülmüştür artık. Bu durumda en çok darbe yiyen kuşkusuz kadınlardır. Ama onlar da Perihan örneğinde olduğu gibi tam bir tüketim ekonomisi müşterisi kimliğiyle davranmakta, ülke sorunlarına da, Cumhuriyetle elde ettikleri hakların budanmasına, birey olma mücadelelerinin kesintiye uğratılmasına, sosyal hayattan giderek dışlanmalarına seyirci kalmaktadırlar.

Daha önce vurguladığımız gibi mikro ölçekte Le’nin, büyük aynadaysa ülkenin yaşadığı kaostur bu.

Fakat Le’nin, yani onun temsil ettiği kesimin suskunluğu, en azından diyalektik olarak sonsuza dek süremez. Onun gibi düşünerek var olmayı seçmiş, entelektüel bir kimliğin, ya da kesimin, kendisine dayatılan bu tek yanlı propagandaya, boyun eğdirici, teslimiyetçi anlayışa  biat etmesi mümkün değildir. Tüketen, günübirlik yaşayan, aşkı-bağlılığı inkar eden, cinselliği anlık bir ihtiyaç gibi gören, kaba saba, derinliksiz, sevgi ve şefkatten yoksun  bir ilişki, onun genetik kodlarındaki boşlukları dolduramaz zaten. Yazamadan, okuyamadan, düşünemeden, konuşup tartışamadan tamamen susturulmuş bir toplumda  yaşamını sürdüremez de. Sunulan Perihan modeli geçici bir uyuşma hali dışında ona yeterli gelmeyecek; ruhu en azından piyasa değerlerince dışlanan sevgi, dostluk, bağlılık, şefkat gibi özellikleri yeniden arayacak ve bunun için de düş kızkardeş Serpil ya da Güler kişiliği yeniden ortaya çıkartılacaktır.

Nitekim Serpil girer devreye. Perihan’la karşılaşmalarını, “Tırnaklarını, dişlerini gizleyen kadınlara baktım, konumlarını sağlamlaştırdıklarını düşünerek, sınırları içinde bağımsızlıklarını duyurmaya, bunu kabul ettirmeye çabalıyorlardı birbirlerine…” diye anlatır Le. Fakat sular durulmak yerine dalgalanacak,  Perihan ve Serpil gibi iki farklı karakter, parçalanan bilinci ele geçirme mücadelesini başlatacaktır. Ama sonuçta akıl almaz bir ikiliye dönüşür Peri’yle Serpil, “Peri’nin benimle oluşturduğu ikilik halinin usa aykırılığı gibi bir şeydi bu da. Koklaşmadılar elbette, yalnızca fokurdayışları duruldu, kendi köşelerine, daha doğrusu kendi kaplarına çekildi her ikisi de…” diye anlatır bu uzlaşmasız uzlaşmayı. Görünürde bir ittifaktır kurulan, ilk fırsatta birinden biri ötekini tepecektir. Yine de birlikte bir süre daha götürebileceklerdir. Nitekim dışarı çıkarlar. Fakat içinde kurmaya çalıştığı uzlaşının boşuna olduğunu görür Le.

Aslında komedi filmlerinin birbirine benzemez üç kahramanı gibidirler Serpil, Peri ve Le. Cumhuriyetin aynı zamanda hızla çöküşüdür, parçalanmanın göstergesidir manzara: yurttaş, birey yaratma, çağdaş uygarlık seviyesi gibi  hedeflerin artık iflas ettiği görülmektedir. Büyük bir boşluk içindedir kadınlar da. Cumhuriyetin doldurduğu bütün boşluklara tüketim ekonomisi, sermaye oyunları girmiş ve insanların beynini ele geçirmiştir.  Yurttaş kimliğinin yerini Müşteri, Tüketici kimliği almıştır artık. Alış veriş için insanlar oradan oraya koşmakta, koştukça zihinlerini daha da boşaltmaktadırlar. Bunun sonucu olarak da çağdaş bir kent olmaktan çıkıp kimliksiz bir mega köye dönüşmektedir İstanbul.

Bireylerin buluşma yerleri olan, daha doğrusu Cumhuriyetle ortaya çıkartılmış bireysel duruşları simgeleyen meydanlar yeniden eski hallerine, boşluklara dönüşmüştür. insanları yığın olmaktan çıkarıp yaşamlarını anlamlı hale getirmeyi de simgeleyen 23 Nisan, 29 Ekim, Onuncu yıl, 1 Mayıs’ın içerikleri de tıpkı onları simgeleyen tören alanlarının boşalması gibi boşalmıştır. Cumhuriyet boşlukları alana çevirmiş ya da boşluksuz biçimiyle yeni alanlar kurmuştur ama ‘şimdi korozyon vardır, erozyon vardır.Herkes tırnak ucu afyon yutturulmuş da sanki makineye bağlanmışçasına öylece dolaştırılmaktadır boşluğun içinde. Ve kentlerin artık boşluklara açıldığını görmektedir. Kentli olmak boşlukta yer almak anlamına gelmektedir, Bunun dışına çıkıldığındaysa boşluğa düşmek kaçınılmazdır. Bu toplumda Le için var olma, yaşama şansı, olanağı kalmamıştır artık. Şimdi giderek daha küçük parçaya ve  en küçük parçaya  giderek daha derine, daha dibe inmesini, hatta ana rahmine kadar sürecek bir yolculuğa, yeniden doğuş demek olan ölüm yolculuğuna çıkmasını teşvik etmektedir.

Ekim yapılacak, sonuçta ekin alınabilecek yer de kalmamıştır, akıp gitmişti toprak’, yanı sıra mücadeleyi veren kuşaklar  ve mücadeleci anlayış. Şimdi meydanlar kendi boşluklarına kavuşuyordur  yeniden; geçmişe dönülüyordur. İlerici, sol güçler darmadağındır, öyle ki polis bile ortalıktan çekilmiştir. Toplumsal mücadele veren kitlelerin doldurduğu meydanların yerinde alış veriş çarşıları, merkezleri, boşluklar, camiler görülmektedir. Cumhuriyet ideolojisinin yerini bütün bunların doldurduğunu söyleyebiliriz.  Tüketimi hedefleyen neoliberalizm insanların beynini ele geçirmiştir çünkü. Bu durumda Le, kendi iç boşluğunun uçurumuyla yüz yüze gelmiştir yeniden. Perihan ve Serpil yani  parçalanmış ben, bu boşluğu, yalnızlığı, anlamsızlığı, hiçliği  dolduramaz çünkü yeterli içeriğe sahip değildir. Onların varlıklarının bir anlamı kalmamıştır artık. Nitekim Serpil kaba saba, sevgisiz, bencil kocasının yanına dönecek, biraz aykırı bir tip olan Perihan’sa, oğlu tarafından öldürülecektir.

Hem ülke, hem onun mikro boyutu olan Le için yavaş yavaş trajik son yaklaşmaktadır. Daha fazla parçalanamayacaktır çünkü. Tek kurtuluş yolu kaçmaktır; geriye, daha daha geriye. Kentten, parçalanmalardan, boşluklardan, ideolojilerden uzak olan, onların o güne dek dokunmadıkları, çünkü farkına varamadıkları tek yer olan bilinçaltının kuytularındaki çocukluğuna. Nitekim Le’nin Toroslara, çocukluğuna, yüzünü bile anımsamadığı Aysel Nenesine kadar uzanacak oradan anasının döl yatağına yeniden doğuş umuduyla sürecek bir yolculuktur bu. Fakat geriye dönüş artık mümkün değildir. Kurumuştur çoraktır, sular çekilmiştir.

Le arayışını bu kez orada Teke Yarımadası’nda, Gökbel’de, kuş uçmaz, kervan geçmez, dokunulmamış tek temiz coğrafyada sürdürecektir. Yanılmamıştır, tüm doğallığıyla, örselenmemişliği bozulmamışlığıyla onu beklemektedir güzel geçmiş. Ama bu rahatlama uzun süremez. Düşman dışarda değil, içerdedir artık: beyni, bilinci ele geçirilmiştir. Orada arabacı kılığında Harun çıkacaktır karşısına; Perihan’ın katili olan oğlu. Gel gitler sürmektedir. Bir Kalıpçı’daki bodrum kat dairesinde film izlerken bulacaktır kendini, bir yorganı başından aşırıp kendi karanlığına, kendi rahmine çekilirken.

Keçitırnaklarına dönüşmüş ayaklarıyla Teke zortlaması yaparcasına kayadan kayaya  sekerken, doğanın bağrında yaşamanın erdemini keşfederken, erkekliğin anlamını yeniden keşfederken, çocukluğunu köşe dip bucak dolaşıyorken, yorganının altında büzüşmüşken. Bütün anlamları, değerleri yeniden keşfettiği, gerçeklerin dünyasından gerçek üstüne tam bir kayış sürecidir bu. Ama artık gerçekten çok gerçeğin dışındadır. Tablodan tabloya sıçrar, kareden kareye geçer; hiç görmediği renklerle, ayırdına varmadığı biçimler arasında, birinden ötekine atlayarak dolanır Le. Arada bir kendine gelir gibi olur gerçi. Hatta bilincinin bulanık sınırında bu yolculuğa çıktığı için pişmanlık bile duyar. Üstelik aradığının ne olduğunu bile unutmuştur.

Fakat birden Aysel Nene’siyle, belki de Havva nenesiyle,  yani üretken, çalışkan, sevecen, özverili Anadolu kadınının soy ağacının başında duran Kibele’yle karşılaşır.  Yüzünü hiç anımsamadığı bu kadın, Teke yarımadasının bin türlü tohumundan, yaratığından, canlı cansız varlığından yapılmış bir tansık gibidir. Karanlığından çıkış umudu bile olabilir Kibele. Bütün hayal kırıklıklarını sona erdirebilir, kurtulması için elini uzatabilir Le’ye. Bir sınırdır durduğu yer.  Toplumsal ölçekte yaşanan köy- kent; tarım-sanayii; batı-doğu; geleneksel-modern; alaturka-alafranga; laik-islamcı gibi tüm çatışkıların ortasında ne yapacağını bilemeden kalmış bir toplumun yol arayışında geldiği son nokta gibidir bu. Gül’ün ölümüyle yuvasından atılan yavru leylek gibi dımdızlak ortada kaldığında yaşadığı büyük acıdan, terk edilmişlikten bir kurtuluş umudu doğmuştur. Yeniden doğanın, doğallığın içine dalar, kafasını yorganın altına sokup… “Aslında karanlıklaşıp kapanan, sonra da hiçleşip yok olan benim tabii, yoksa kapanıp karanlıklaştıkça ben, oyundan çıkan, çıkarılan benim, ötekiler, yani karanlıkları yönetenler bundan pek etkilenmiyor” dur.

Çaresizdir Le. Babasından gördüğü avcılık, bu dağlarda, bu toplumsal yapıda hiç kimseye av olmadan avlanmaktır. “Görgüm bu, izlediğim bu yöndeki yeteneği onun, herkesinki gibi, herkeslerin babasından aldığı avcılık böyle. Acımayacaksın, vurup avlanacaksın, yok eteceksin, yeter ki senden küçük olsun, yeter ki seni alt edemesin, gerisine boş vereceksin, önemli değil onlar, küsurat önemli değil. Dişe diş bu dağlarda, gücü gücüne yetene, yoksa avsın, sen avlanamıyorsan seni avlayacaklar demektir.” Ama değerleri, felsefesi, beklentileri farklıdır  Le’nin. Her şeyden önce avcı değildir Le, olamaz da. Olsa olsa av olur çünkü.

Şimdi Teke’nin sedir ormanında koşmaktadır. “Koşuyor muyum kabımdan mı taşıyorum bilmiyorum, Ama çıkıyorum fanusumdan, kozamdan….. Alageyiği kovalıyorum soluk soluğa, alageyik bir ben oluyorum. Peşimde Harunlar, polisler, devletin erkekleri, öteki ülkelerin polisleri, askerleri, yöneticileri, din görevlileri, erkekleri hep… gücüm tükeniyor, nefes nefese kapaklanıyorum. Kök mü salıyorum….”

Artık kesin emin olduğu bir şey vardır: Erki eline geçiren güç, önce dişilerin, yani kendi yarısı da dahil olmak üzere, işini bitirecek, sonra sıra öteki yarı’lara gelecektir. Her insanın yarısı tehdit altındadır. “Bütün babalar, ağabeyler kocalar, bütün erkekler birbirinden el alıp birbirine el vererek, sinerek, sindirerek, sinleşerek geliyorlar” ken, Le’nin gerçek hayata yeniden dönmesi mümkün değildir.

Evet, belki hala o kapının arkasındadır Le. Hala, o cumartesi alış verişi sonrası elindeki torbaları fırlatırcasına bir anda yere serip saçarak, sırtını berkittiği kapıya vermiş, derin bir soluk koyuverdiği noktadadır. “Hala soluk soluğa, kilitleyip de kendini, kendinin kafesinde tüneyen, öyle” olarak…

Şimdi artık Sin zamanıdır.

(Zeynep Aliye’nin bu yazısı, Dünden Bugünden dergisinden alınmıştır.)