Sadık Aslankara’da Oidipus Karmaşası – Yıldız Cıbıroğlu

SADIK ASLANKARA’DA OİDİPUS KARMAŞASI* 

Yıldız Cıbıroğlu

Sadık Aslankara’nın Uykusu Sakız adlı öykü kitabında ilk iki öykü hem birbirinin devamıdır hem de bağımsızdır birbirinden. Birinci öykü Anneler Gizler’de kahramanlar dört beş yaşlarındaki erkek çocukla, annedir; baba ve öteki adam silik kalır. Öykü minik oğlanın gözünden anlatılır, geri planda tutulan adam tarafından. O, kesik kesik hatırlamalarla çocukluğunun en başına dönerek kendisiyle yüzleşirken öykünün kahramanı çocuğun ağzından konuşur, böylece minicik erkeğin gizli kalmış dünyası “oyun – cinsellik – anne babayla ilişkisi” bağlamında çıkar ortaya. Anlatıcının adı, işi belirsizdir; aynı kişi ikinci öyküde Selim kimliğiyle sürer (yazar bunu belirtmese de). İkinci öykü Selim’in ilk öyküdeki anneye yanıtıdır, bu nitelik öykülerin adında da belirir.

İkinci öykü Çocuklar Diller’de oyun olgusu artık belli bir eğitimle kazanılan “yaratıcı drama”ya dönüşmüştür. Okulöncesi eğitim veren özel bir okulda beş altı yaşındaki Tolga’nın drama eğitmenidir Selim. Onun, Tolga ve Tolga’nın annesi Mine’yle özel hayatlarında da oynamak için yarattığı oyun dramalar, bir yandan da insanların ilişkilerinde oyunu hep kullandıklarını açıklar. Oyun dramalar işe yarar, Selim’le Mine arasında duygusal bir yakınlaşma gerçekleşir; Tolga bu yakınlaşmanın merkezindedir. Onların mutluluk verici oyunları iş ve para dışında başka şey düşünmeyen patronları ve babaları öfkelendirir. Selim,  okulla ilişkisini bitirmek zorunda kalır; Mine’ye, Tolga’ya veda eder.

İki öyküde de ilginç olan, çocuk için icat edilen eğlendirici ya da eğitici oyunla babaya karşı oynanan oyunun birleştirilmesidir. İlkinde oğlunu, ikincide karısı Mine’yi döven öfkeli “baba” ve eve kabul edilip mutlu kılan yabancı adam vardır. İki öyküde peş peşe iki kuşağın ve iki dönemin zamana ilişkin değişimleri, ayrıntılarda ustaca verilir. Kuşaklar boyu değişmeyen, oğlanların, anneden kopuş ve erkeklerin dünyasına geçiş evresinde yaşadığı sancılı dönemdir.(1) İki öyküde de evlilik dışı ilişki ile ana-oğul ilişkisinin iç içe ilerlemesi boşuna değildir: Annenin âşığı olan öteki erkek, annesine âşık erkek çocuğun metaforudur. İlk öyküdeki, annesine âşık küçük çocuk ikinci öyküde -başka bir oğlan çocuğun annesi olan- Mine’nin âşığı Selim olarak var olur ve oyunları anne-oğul merkezli girdabın çevresinde sürdürür.

İlk öyküyü birkaç türlü okuyabiliriz: Minik oğlan, eve gelen gençten bir akrabayla imgeleminde -babaya karşı- özdeşlik kurmuş, onu Babacan’a dönüştürmüş olabilir. Çocuğun Babacan’la özdeşliğine, baba ve Babacan sözcükleri dışında, örneklik edecek kurgular vardır: Seviyorum onu, o da beni seviyor. Babamla ilişkimiz böyle değil. (…) Çok genç, abim gibi. Babamsa yaşlı. Oldukça. Babam ona da öyle bakıyor, kötü kötü…(s. 19) Çocuğa göre “yaşlı baba” iş için evden uzaklaşınca Babacan ortaya çıkar. Bazan iki adam da (baba ve çocuğun özdeşi Babacan) aynı zamanda evdeyken sıkıntılı bir hava kaplar evi. Bunlar çocuğun babayı hasım gören duygularının ifadesi gibidir. İkinci okumada annenin evin içindeki öteki “genç adam”la ilişkisi olabilir gerçekten. Anne yaratıcı yeteneğini kullanarak üç kişilik çocuk oyunları icat etmekte; oyun içinde hem genç adama hem de minik oğluna yakın olmaktadır. Öykünün ana izleği bu nedenle gizemli nitelikler kazanan, çekim gücü olan oyunlarıdır annenin. Oyunlar -yazarın uslamlaması ve anlatma biçimindeki ustalığı sonucu- daima gerçekliğin üzerinde kurulur; ama ilüzyon gibi anlatıldığı için çocuğun yanılsamalarına, düşlerine de olanak tanır. Çocuk bu üçlü oyunlarda ilerde düş gibi anımsayacağı  cinselliğe yaklaşır: sevişmenin fiziksel etkilerine (terleme gibi), cinsel ilişkide değişen ses tınılarına, dokunma seslerine, ritmik devinimlere tanık olur. “Dönme dolap oyunu“nda çocuk annenin, anne de onun kucağındadır. Onun, yani Babacan’ın: Fotoğraf hareket ediyor. Kanepede miyiz, divanda mı?..”Dönme dolaptayız,” diyor o. “Bak yükseliyoruz… Hoop alçalıyoruz…” Annemin kucağındayım, annem de onun kucağında sanki… Elini kavşırmış göğsümden, onunki de. Hep birlikte öne geriye sallanıyoruz.(s. 17) Dönme dolap, onunla birlikte heyecanla yükseliş ve düşüş, cinsel hazzı çağrıştırmaktadır. Kadınla erkeğin aşk oyununda gövdeleriyle kurdukları uyumlu düzeneğin de metaforudur dönme-dolap. “Karanlık oda oyunu” da cinselliği ve çocuk için bu konunun karanlıkta kalışını anlatıyor olabilir. İlk öyküdeki “karanlık oda oyunu”ndan bir örnek: Minik ellerim sırtında, terlemiş bir bedende geziniyor mu yanarcasına, çıplak mı, çimlenmiş topraktan yükselircesine nemli bir buhar mı çarpıyor burnuma?(s. 18) Anlatıcı bu anı parçacıklarını birbirine “ince ince lehimlerken” -bir yetişkinin gözünden de baktığı için- cinsel boyutu tanımlamakta, annesinin evdeki yabancıyla bir ilişkisi olduğuna dair kuşkusu artmaktadır.  Üçüncü bir okumaya göre bu oyunları zihninde uyduran çocuktur. Okura bu konuda kesin bir şey söylenmez, çünkü o nasıl görüyorsa öyledir. Dönme dolap oyunu “dönen dolaplar”ı, düzen kurmaları getirir akla. “Oyun oynamak” olgusu öyküde çok çağrışımlıdır: Hem çocuğu oyunla eğlendirmek; hem de büyüklerin oynaşmalarını, kaçamaklarını çocuktan gizleyerek karanlık oda oyununa, fil aslan oyununa, dönme dolap oyununa dönüştürmek ve yalan söylemektir. Türkçe’de, Sanskritçe’de, Latince’de, başka dillerde “oyun”u gösteren sözcük hileyi, yalanı, kuttörensel düzenlemeleri anlatır. J. Campbell İlkel Mitoloji‘de, insanın ve hayvanın dişisinin oyuna yatkın olduğunu söyler; yavrular ise iki türde de oyuncudur. Öyküde oyun ve yalan anneyle bağıntılanır. Annenin yarattığı oyunlarda, çocuğun  yorumlarında bilinçdışının da payı vardır. Karanlık odada oynanan fil aslan oyunu‘ndaki saldırgan hayvan öfkeli babayı, Babacan kurtarıcıyı simgeliyor olabilir: Annemle beni kucaklayıp saklıyor filden… Uzunca bir bekleyiş nefes nefese… Kumaşların sürtünüp hışırdaması, ellerin birbirini bulup yakalaması, bedende dolaşıp da ben buradayım demesi.(s. 18)

İki öykü birlikte, insanın, “doğal insan”dan “kültürel insan”a geçişini temsil ediyor gibidir. İlk öykü insanlığın arkaik dönemlerine; ayrıca insanın kendi arkaik dönemine göndermeler yapar.(2) Kahramanın kendi arkaik dönemine ilişkin duygularını, minik oğlanın gözünden annesinin kucağında duyduğu hazlarla tanırız: Açılmış torba ağzım. Uzanan parmakları, bir şeyler yiyorum, sevinç içinde.(s. 15) Annemin memeleri arasında, gidip geldikçe oluğuna, yumuşacık yassılıklarına çarpıyor başım.(s. 17) Arkaik dönemde olduğu gibi öyküde de kesinlik annededir. Çocukluğuna bakarak şu çıkarsamayı yapar anlatıcı: Tek gerçek annem. O, hep annem. Kendi içinde değişiyor görünse de o, o. Beni kandıran, ama kanmayan. Benimle oynayan, kendisiyle oynanmayan.(s. 22) Oysa eve iki yetişkin erkek gelip gittiğinden (gerçek ya da değil, öyle anımsadığı için) “baba” imgesi bulanıktır çocukta ya da o babayı yadsıdığı için bulanıklaştırmaktadır.

Küçük çocuğun, annesinin kucağında hayvanat bahçesindeki iri yapraklı ağaçların altında yaptığı gezintiyle başlar ilk öykü. Fil, aslan ve zürafa… Sanki çok eski zamanlara, dünyanın başlangıcına aittir ana-oğul, henüz adları yoktur; baba var mı yok mu önemsizdir. Aile ana ve çocuğuyla oluşmaktadır. Eski Neolitik toplumların betimlerinde ve dilde ortaya çıkan “ana-oğul birliği” kültür tarihinde gördüğümüz ilk birliktir. Tunç Çağı öncesi dönemde çıplak oğlunu kucaklayan sayısız çıplak tanrıça idolü iki kişilik ailenin simgesidir. İkilinin yanında baba görülmez. (Bu gelenek devlet ortaya çıktığında da sürer: Eski Mısır ve Hitit betimlerinde de bazan tanrıçanın kucağındadır yetişkin erkek.) Demek ki evliliğin ve babanın olmadığı binlerce yıllık bir dönemde -kültürel baba imgesi olmadığı için- “Oidipus kompleksi” de yoktu. Binlerce yıl sonra üç kişilik aileye geçilince erkek çocuk, araya giren üçüncü kişiyle anneyi paylaşmak istemediğinden ve babanın baskısı ile bu kıskançlığı bilinçdışına ittiğinden Oidipus karmaşası ortaya çıktı.(3) İnsanlığın binlerce yıl yaşadığı bu deney, Jung’un kendi kuramı olan arketip konusunda açıkladığı gibi bireyin kayıtlarında iz bırakmış olabilir. Oidipus efsanesi ana-oğuldan oluşan iki kişilik aileye babanın da katıldığını ilan eden erkek merkezli bir yanıttır.

Daha önceki tarımcıların dünya görüşünde dünyadaki en iyi erkek oğul, dünyadaki en iyi kadın anadır; en masum aşk ana-oğul aşkıdır; erkek cinsi oğul, kadın cinsi ana temsil eder. Mitlerde ve eski betimlerde baba-kız ya da ana-kız birliği yok denecek kadar cılız kalır bu birliğin yanında. (Kültürler ve dinler insanı yanıltabilirler de, hem de binlerce yıl.) Avcı toplum yapısının ve erkek merkezli eski Atina felsefesinin ağır bastığı Batılı kültürde, ana-oğul birliğine, Yakındoğu’dan giden  Meryem ve İsa betimlemesi dışında pek rastlanmaz. Öyleyse Aslankara’nın öyküsü aynı zamanda bu coğrafyaya, “tarımcı toplumlar”a özgü kültürlere dayanıyor. Bence Oidipus’u bu coğrafyadaki gibi anlatmak önemlidir. İki öyküde de derinlik ve yalınlık bir arada, ama ilk öykünün aşılamaz bir büyüsü olduğunu düşünüyorum. İkisi ne güzel kısa film olur, Türkiyeli minik Oidipus üzerine.

 

*M. Sadık Aslankara, Uykusu Sakız, Can Yayınları, İstanbul, 2001

1)Kadın olarak erkek çocuğun ne gibi güçlükler yaşadığını bilemeyiz ya da çok geç fark ederiz. Bu konuda erkek sanatçıların suskun kalmalarının payı büyük. Aslankara Uykusu Sakız‘daki başka öykülerde de erkek çocuğun cinselliğe ilişkin karşılaştığı baskıları örten perdeyi aralamış.

2) İlk öyküde anlatılan insanın arkaik dönemi, yani  “topik” ya da “id” adı verilen “dolaysız haz arayan arkaik psişizm”in yer aldığı -doğaya bağlı- çocukluk dönemi olabilir.

3) Daha geniş bilgi için bkz: Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996:Demek ki Oidipus sadece kişisel tarihin anektodik bir bölümünden ibaret değildir, Oidipus kültürel bir fenomendir.”