Sanat Spor Arasında Süreçsel İlişkileniş

SANAT SPOR ARASINDA SÜREÇSEL İLİŞKİLENİŞ

M.Sadık Aslankara

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,

Çok Değerli Katılımcılar,

Sanatla spor arasındaki bireysel, toplumsal ilişkilenişlere ya da bu ilişkilenişlerin tarihine değinmeyeceğim, burada süreçsel ilişkilenişten söz ederken, söz konusu iki alan arasındaki doğal, yapısal işleyiş, bu işleyişi bağlayabileceğimiz genel kavramlar, sonuçta alansal konum, çerçeveleniş, bunların geçmişten günümüze süreçsel ilişkileniş bağıntıları üzerinde duracağım…

Ancak şunu da eklemeliyim, burada dile getireceğim görüşlerin, bir deneme bağlamında kabul görmesi, belki daha çok da düşünce uçkunları biçiminde değerlendirilmeye alınması herhalde çok daha uygun olacaktır.

 

Doğada sanat var mı, spor var mı?

Sanat, spor kavramlarını, günümüzde getirilen karşılıklar, bu alanlara değgin getirilen açılımlar bağlamında alacak olursak elbette doğada sanat, spor yok!

Ama açıyı özelleştirir de işin özüne değgin kimi ipuçlarını değerlendirmeye alırsak diyeceğiz ki doğada bir açıdan sanat da spor da elbette var: Gerçekten de örneğin çevremizde doğadan gelen işitsel, görsel ritmler, süreçsel, ardışık, bakışık dizilişler sanatın ya da sporun doğadaki karşılığı olarak alınabilir pekâlâ.

 

Ancak doğadaki sanat da spor da “kendiliğindenlik” niteliğine sahip, bir açıdan yaratılmış, bitmiş bir sürecin, daha doğrusu özü itibariyle birbirini yineleyerek varlığını koyan, birörneklik yönünde gelişim gösteren bir sürecin yansıması bu, oysa sanat da spor da “kurulurluk-yaratılırlık” niteliğine sahip, bundan ötürü de her an yaratılışı süren, oluşmakta olan bir süreci dile getirecektir.

Öyleyse bunlar örtüşen değil, çatışan alanlar aynı zamanda. Evet siz, doğaya bakarak sanata, spora yöneldiniz, ama geçmişten günümüze ulanan bin yıllar içinde doğadaki sanatı, sporu aşarak bugüne ulaştınız.

Bugün doğadakinin bir benzeri konumunda sanat ya da spor yapmanın olanağı yok artık. Tam tersine siz, onlardan ayrıldıkça, onlarla çatıştıkça kendi varlığınızı pekiştireceksiniz sanat, spor alanında. İşte bu nedenle de gerek sanat gerekse spor alanları, yalnız kavramsal açıdan değil, yanısıra öz nitelikçe de her an değişim gösteriyor, süreğen bir gelişim çizgisi içinde dönüşümlere uğruyor.

 

İnsanoğlu, zaten kültürünü, ekinini yani tüm yapıp ettiklerini, değiştirip dönüştürüp kendinin kıldığı her ne varsa hepsini doğaya benzeterek, ona öykünerek, onunla özdeşleşerek ortaya koydu. Hiç kuşku yok ki en sağlıklı, en doğru yol da buydu, önünde tek örnek vardı çünkü, dayanağı da bu olacaktı elbette.

Bu, öylesine büyük çaba gerektiren bir süreç oldu ki onun için, on binlerce yıl bununla uğraştı. Bu doğrultuda bilimler de düşünce yani felsefe de, din de, sanat da, spor da hepsi bir arada bir yumak oluşturuyordu, biri ötekinden hemen kolayca ayrılıvermedi öyle. Bu ayrışmanın yaklaşık iki bin yıl kadar önce yaşandığı söylenebilir yine de.

Peki kurumlaşmadan da söz edilemeyeceğine göre kimdi, kimlerdi bilimi, sanatı, sporu, felsefeyi, dini, şunu bunu kendi bünyesinde tutan insanlar?

Tek yanıt var: şamanlar.

Şaman tek başına öylesine güçtü ki, insanoğlunun görünür tanrıydı bir bakıma.

Şaman bilimciydi; yaşadıklarından kalkarak öngörüler getirebilmeli, avla, gündelik yaşamla ilgili bu öngörüler insanlar için yarar sağlayabilmeliydi. O bunu yaptı.

Şaman bir düşünücü, bir ahlak insanıydı; çevresindeki insanları bir hedefe yöneltebilmeli, onları bir arada tutabilmeliydi.

Şaman bir sanatçıydı; hayvanları, bitkileri, doğayı en iyi o bilmeli, onların taklitlerini, tüm doğa olaylarını, bütün bunları, işleyişini oyuncu olarak başarıyla yansılayabilmeliydi.

Şaman bir sporcuydu; bütün bunları başarıyla yapabilmek için gücünü, nefesini kullanmayı bilmek, buna değgin iyi kötü bir tekniği olmak zorundaydı. En üstün koşucu, en güçlü insan, uzun atlamada, sıçramada, taşı uzağa fırlatmada, ağırlığı kaldırmada en yetenekli o olmalıydı…

Bu yüzden diyebiliriz ki, bilimci, düşünücü kadar sanatçıyla sporcunun da atası ortaktır, bu ortak ata da şamandır.

Sanatla spor, uzun yıllar birlikte yol aldı. Burada kimi örnekler verilebilir. Sözgelimi tiyatronun, bağbozumu şenlikleriyle başladığı biliniyor. Sanatın böylesi şenlikle başlaması, yoğun bir hareketlilikten varlık alması demek değil midir? Bir yandan iş güç, öte yandan bunu eğlenceli kılma, yapılan işi soyutlamaya girişme…

Herk dediğimiz iş türküleri de böyle değil midir, yapılan iş sanata yansımamış mıdır?

Nedir iş? Kuşkusuz spor, bağ bozumu bir yarıştır, engelli koşudur, öteki işler de böyle…

Bütün bunlar ortada tiyatro sanatı yokken yaşanan gelişmeler. Tiyatro çıktıktan sonra oyuncuların atası olarak kabul edilen Thesbis’in turneler yapmak üzere yürüyüşü de, haber ileticisi Maraton’un koşusu da yine birer spor temeline dayanıyordu.

Rahiplerin, herkesten ayrı bir güce sahip olduğu bilinmeli, yayılmalıydı ki bu kişiler toplumda kendilerine saygın bir yer edinebilsinler, bunu koruyabilsinler. Antik kentler, bunun gerçekleştirilmesinde tıpkı şaman döneminde olduğunca sanatın, sporun nasıl dayanak yapıldığını gösteren önemli merkezler aynı zamanda. Gerçekten de rahipler, on binlerce yıl sonra ortaya çıkmış birer yeni şamandı.

Antik kentlerdeki amfitiyatrolarla, odeonlarla stadiumların, gimnasiumların yan yana, hatta iç içe yapılışı dikkat çekici…

Buralar, sanatın da sporun da kurumsallaştığı ilk merkezler oldu aynı zamanda. Yarışmalar, ödüller, daha da önemlisi, kentlerin ileri gelenlerince, varlıklılarca bu doğrultuda sağlanan katkı, sanatla sporun bu söz konusu dönemde belki de ilk kez bütün dünyada görülmedik bir ivme kazanmasına yol açtı.

 

Kurumlaşma nedir? Alanın kendi kavramlarını koyması, kendi sınırlarını çizmesi, varsa yasalarını, bu yoksa da kurallarını belirlemesidir…

Sanat da spor da artık kurumlaşmış alanlar olarak yollarını ayırıp birbirine veda edecekti çaresiz, böyle oldu. Ancak onların arasındaki ilişki hep sürecekti. Sözgelimi Leonardo da Vinci’nin kas çalışmaları, sanatla spor ilişkilenişinde somut bir örnek olarak alınabilir pekâlâ.

Bu örnek bize, sanatın da sporun da kuş gözündeki bilimsel niteliğe uygun bir çalışma yöntemi içerdiğini gösteriyor aynı zamanda. Kuşların gözü hem teleskopik hem de mikroskopik yapıya sahip; buna göre hem bütünü görüyorlar, hem de her an bir nesneyi görüntü olarak yakınlarına çekebiliyorlar.

İşte sanat da spor da, yapısal nitelik olarak hem en geneli görmek hem de bu en genel içinde ayrıntıyı göz önünde bulundurmak zorunda. Sanatçıların, yapıtlarında işlevsel ayrıntıyı hesap etmesi, bütüne yönelik tasarımını yaparken bunun bütün aşamalarını yeniden yeniden gözünde canlandırıp kurabilmesi; sporcuların da tıpkı bu doğrultuda davranarak öngörülen tasarımın gerçekleşmesi sürecinde bütün adımlarda buna uyması hep bu zorunluluktan.

Kısa öykü türünün yaratıcılarından Edgar Allen Poe, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı öyküsünde satrancın karmaşık yapısına karşın derin düşünmeye pek olanak tanımadığını, oysa dama oyununun daha yalın yapısı olmakla birlikte satranca oranla daha derinlikli düşünme gerektirdiğini öne sürer.

Sanat da spor da ister karmaşık ister yalın mutlaka düşünceyle üretilen, yaratılan, verimlenen alanlar. Kulağımda Vefalı Garbis tarafından söylendiği kalan bir futbol özdeyişi bunu özetlemekte yararlı olabilir: “Gol kaleye değil, kaleciye atılır.”

Sanatın da sporun da ister yalın ister karmaşık olsun düşünceyle üretildiğini ele veriyor bu özdeyiş. Çünkü her iki alan da başta söylediğim gibi yaratılarak kurulan, yapılan alanlar. Öykünmeyle, benzeşmeyle, özdeşleyimle ne sanat yapılabilir ne de spor!

 

Elbette bu doğrultuda iki alan arasında yaşanan örtüşmeler, bütünleşmeler bunlarla sınırlı değil… Bu konuda daha pek çok örnek gösterilebilir.

“Oyun” özelliği de bu örtüşmenin, bütünleşmenin olmazsa olmaz bir yanını vurguluyor.

Doğanın kendisinden aldığımız belki en önemli yan işte bu: oyun. Doğada biz insanların dışında hayvanların da buna yatkın davranışları olduğunu biliyoruz. Oysa oyun bitkiler için de geçerli. Örneğin bitkilerle ilgili başka dillerde de pek çok örneğine rastlanabilecek türde Türkçedeki “şaşırtma vermek”, “ağacın aldanması” vb. deyişler bu oyunu ele veriyor. Yapılan aşılar, tüplemeler de bu oyunun uzantısı…

Aslında tüm doğa da oyun sunuyor bize. Ufuk yanılsaması, perspektif şaşırtması, tutulmalar doğanın bize oyunundan başka ne olabilir?

Demek ki sanatla spor, “oyun olmak” bakımından da büyük bir bütünleşme, örtüşme içinde…

Burada Huizinga’nın “Homo Ludens” kavramı üzerinde durulabilir. Buna Metin And’ın Oyun ve Bügü’sü de eklenebilir. Bu iki kaynak, bize sanatla sporun “oyun” temelinde nasıl bir araya geldiklerini, geleceklerini çok iyi gösteriyor çünkü.

 

Özetle söyleyecek olursak, sanat da spor da doğaya öykünmeyle başlamış. Bu anlamda her iki alan da aynı bir alan içinde yaşamış bin yıllar boyunca, ama sonrasında yalnız doğaya karşı kendi bağımsızlıklarını koymakla kalmıyor bu iki alan, yanısıra birbirine karşı da bağımsızlık savaşı veriyor demek ki.

Çünkü her iki alan da kendi varlıklarını birbirlerine karşı daha sıkı disiplinle korumaya, koymaya çalışıyor süreç içinde, kurumlaşabilmek için buna zorunlu.

O halde zorunlu olarak birbiriyle çatışacak da aynı zamanda, bu onların yine temelde doğadan gelen oyun olma özelliklerinden kaynaklanıyor kuşkusuz. Çünkü sanat da spor da ne denli farklı alan da olsalar, birbiriyle yarışıyorlar da.

 

Sanat ve spor arasındaki süreçsel ilişkilenişe çok daha geniş bir açıdan bakabilmek olanaklı elbette.

Ben burada, bu doğrultuda küçük anımsatmalar yapmaya çalıştım yalnızca.

 

Teşekkür ederim.

Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum…