12 EYLÜL’ÜN PANZEHİRİ OLARAK ÖYKÜMÜZ…
M.Sadık Aslankara
(12.09.2024 YAZISIDIR)
- Bölüm / 2016
Anlatma isteği, dürtüsü diyelim biz buna, aslında tutku, bir baş dönmesi, tepede durmuşken uçuruma çekilme duygusu, kişinin, kanyondaki doruk noktasında ters perendeyle aşağıya atlayıverme, kendini tutma arasında yaşadığı bir ikilem, ölümle dans.
İnsanoğlu itiraflarını, iç titreten, ürperten çelişkilerini, dışını cilalayıp şekerle kapladığı böyle anlatılar kurarak kendisini de arındırıyor aynı zamanda.
Kedilerin ille okşanma, mıncıklanma isteğine benzer, kişilerin kendisini engelleyemediği bir panik atak ânı âdeta insanoğlunun, bir tür anlatma boşboğazlığı, boğulacakmışçasına nefessiz kalıp ardından bir anda havayla buluşmuş gibi arka arkaya sıralayıp ne varsa içinden geçen, eksiksiz anlatma gereksinimi.
İlle güneşe çıkma yönelimi de diyebiliriz buna. Oysa güneşten kaçırdıkları en gizli, kendilerinden bile saklamaya çabaladıkları uçuş-kaçışlardır bunlar bir bakıma.
Artık ne denli baskı uygulayıp engellemeye kalksanız da başaasının üzerinden yine anlatmaya koyulacaktır insanoğlu. Uydur uydur anlat! Hem uydur, hem de uyumlu uydur, uydur ama uydurduğunu da uydur, yoksa anlattıkların sana döner, seni ele verir, anlatmak istediğini başka türlü açığa çıkaramazsın.
Yaşar Kemal’in sözlerini hiç mi hiç unutmayalım, bu küpe kulağımızda kalsın hep: “Neylersin ki uydurukçuluk insanoğlunun çıkasıca, kuruyasıca huyunda var.”
Uyduruk muyduruk, anlatılan her neyse, bize bir söylediği var yine de.
Anlatmadan, heykel benzeri öylece donuk, kalakalmak mümkünmüş gibi görülse de, susmak olanaksız. Anlatmaktan kaçınmak, anlatmamak, dünyanın en zor işi, kurtuluş yok bundan, bir yerinden insanı oltasına çekiyor, ağzını açtırıp ver yansın ettiriyor ille.
İnsan, özellikle kendi yaşadıklarını başkaları üzerinden anlatmakta artık öyle mahir hale gelmiş ki, bundan kösnül bir haz alıyor da diyebiliriz. Tutamıyor kendisini, engellemek istese, kimi sözler ağzından bir anda kaçıp fırlayıveriyor.
Son aylarda “Kitaplar Adası”nda kimi ilk romanları alırken bunlardan birinde yazarın sözleri dikkatimi çekti.
Çünkü yazar, bu ilk romanının bir yerinde, “yazılı kaynak bırakma konusunda eksiğini kapatmak ister gibi, okuma yazma bilen herkesin neredeyse roman yazmaya çalıştığı” bir dönemden geçtiğimizi vurguluyordu ilginç biçimde. Bunu derken ister istemez kendisinin de bunlara uyan bir örneğe dönüştüğünü söylemiş oluyordu kaçınılmaz biçimde.
Ama biz durmaksızın yazılan bu metinler roman oluyor mu olmuyor mu bir yana bırakalım, öyküye geçelim.
“Öykü” denildiğinde, kurulmuş, hikâye edilmiş bir anlatı gelebilir ilk ağızda akla. Peki, hikâye ediş biçemiyle kaleme alınan her metin bu nitelemeyi hak ediyor mu, “öykü” olabiliyor mu?
İşte üzerinde asıl durulması gereken yan, yanıtlanması gereken soru bu.
Bunu açımlayabilmek için 1970’lerden 80’lerle sonrasına, ardı sıra 1990’lara bakılması, bu yıllardaki öykü veriminin gözden geçirilmesi gerekiyor.
1970’lerden 1980’lere geçerken öykünün yazınsal bir direniş olarak da toplamsal yaşamda varlık gösterdiğini biliyoruz. Özellikle 1960’lardan 70’lere geçişte, 1970’lerle 80’lerde âdeta büyük bir patlamayla alanı kaplayan kadın öykücülerimizin yansıttığı yüksek enerjiyle öykücülüğümüzün nasıl da bütünsel bir kalkışmaya dönüştüğü asla göz ardı edilmemeli.
Böylece farklı bir bakış doğrultusunda öykümüzün 12 Eylül sonrasında bir yazınsal-toplumsal panzehir anlamında varlık gösterdiği, 1990’lar öykücülüğünün mayasının da aslında böyle bir kökenden yola çıkılarak atıldığı, beslendiği pekâlâ öne sürülebilir.
Şimdi bir uzun atlamayla o yıllardan bu yıla 2016’ya varalım.
İşte tam da o yıllardan gelen, öykünün susmayan kalemleri olarak kırk yıl sonra da öyküleriyle alanda varlıklarını her seferinde yeniden duyuran Feyza Hepçilingirler Anlar, Özcan Karabulut Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati adlı yapıtlarıyla bunu hak ettiler.
Öyküde onlar kadar verimli olmasa da Gelin Ömrümüz (1976) başlıklı öyküleri ardından tam kırk yıl sonra Gül Harmanı adlı yapıtıyla alanda kendini gösteren Tahir Abacı da unutulmamalı.
O dönemden bugünlere, öykücülüğümüzün gücünü yitirmeden sürdürmesinde güçlü bir gelenekten geliyor olmasının da rolü bulunsa gerek.
Nitekim 2000’lerde öykümüz bütün coşkusuyla yeni parlayışlar eşliğinde sürerken gözlendiği üzere her yıl buna yeni öykü kalemleri eklenerek halka genişledikçe genişledi.
Belma Fırat Kuyuda, Berna Durmaz Karayel Üşümesi, Müslüm Kabadayı Közlü Yürekler, Bora Abdo Seni Seviyorum. Çok, Temel Karataş Ağrı Eşiği adlı yapıtlarıyla alanda varlık göstermeyi sürdürdü.
İlk kitaplarıyla alanı zenginleştiren yazarlar da unutulmamalı.
Gamze Arslan Çerçialan adlı yapıtıyla alanda etkisini genişleteceği izlenimi bıraktı.
Özellikle genç öykücüler, sayıca onlar kadar olmasa da olgun yaşta bir kenarda öylece bekleyip derken bir anda gençlere parmak ısırtırcasına ilk kitaplarıyla öyküde şaşırtıcı çıkışlar yapan ötekiler hepsi de bilenmiş öykülerle hem mış gibi yapmak yerine anlatıyorlar, hem de bu anlattıklarını adamakıllı birer öykü halinde alanın dağarına katmayı başarıyorlar. Öykümüz de büyüyor.