ANLATI SANATIMIZI KURBAN ETMEK…
M.Sadık Aslankara
(05.06.2025 YAZISIDIR)
5 Haziran Dünya Çevre Günü, 6-9 Haziran günleriyse Kurban Bayramı.
“Çevre”, “Kurban”; bu iki sözcük, acımasız göndermesiyle düpedüz bir kavram çifti halinde gündemimize alınabilir, hele günümüzde.
Çevre, denildiğinde neyi kastediyoruz; insanı kuşatan her ne varsa bunların tümünü.
İşte biz, çevreyi kurban ederken, bizi kuşatan canlı-cansız her şeyi kurban etmeyi de göze aldığımızı ortaya koyuyoruz. Öyle ya, her geçen gün kendi altımızı oyup ya da üzerinde durduğumuz dalı kesip bir aykırı gerçeklik anlamında koşar adım yok oluşa gitmiyor muyuz? Bu durumda, kendini kurban eden varlığa dönüşmez miyiz?
Ne var ki ben, bir başka “kurban” olgusuna kaydırıp öyle sürdürmek istiyorum konuyu. Kestirmişsinizdir, sanata geçeceğiz yine, her zaman olduğu gibi. Anlatımızı, anlatı sanatlarımızı mı kurban etmeye girişiyoruz peki, bunu mu söylüyorum?
İlkin son dönemde insanların, toplumların döne dolaşa işlediği iki konudaki yoğunlaşmasının altını çizip paylaşayım:
1.Yapay zekâ, 2. Dijital anlatı.
Bu iki olgu, yalnız bizi değil dünya toplumlarını da kuşatmış, sonuçta insanlığın önünde önemli bir sorunsal bağlamında yerini almış bulunuyor. Ancak ben, bu yazıda kendi toplumsal yaşam kitlemizi, halkımızın buna dönük tutumunu öne çekerek konuya yaklaşmayı deneyeceğim. Bu bir, ikinci olarak da “yapay zekâ” sorunsalını bir başka yazının konusu yapmamız gerekir, bunu da ayırıp salt “dijital anlatı” konusu, daha doğrusu sorunu üzerinde duracağım.
Böylece “anlatı”nın başına gelenlere, daha doğrusu başına örülmek istenen çoraba dönük kuşkularımızı köpürtüp konuya dikkati çekeceğim.
“Dijital anlatı” olgusunun, bir kanser hücresi hızını da aşarak âdeta mermi yolu kıvraklığında bir elektrik akımının hızına denk akışla, geçişle, geçirgenlikle yayıldığını gözlüyoruz. Nitekim günümüzde yaşanan önemli bir gerçeklik olarak bunun anlatımızı, daha doğrusu anlatı sanatımızı, anlatı sanatlarımızın bütününü (artık bunlar nelerse) bu kanser tehlikesine açık hale getirdiğini, sonuçta bu durumun bir kurban etme eylemine dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Bir an için, kurban olgusunun mitolojik çağlardan bu yana kutsal duygular eşliğinde düzenlenen bu törenlerde yaşanan ritüelin bir benzerinin yine mitolojik çağlardan bu yana süregelen, dünyanın anlatı sanatlarının kurban edilmesiyle örtüşen yanı görmezden gelinebilir mi?
Anlatı sanatları kurban edilmiyor belki, ama yerine getirilen, “dijital anlatı” terimiyle konum kazandırılıp paye verilen bu tür anlatısal aktarımlar yoluyla anlatı sanatları görece iğdiş ediliyor diyebiliriz pekâlâ.
Gerçekten günümüzde iletişim fakültelerinde artık derslerde birer başlık olarak üzerinde durulan konulardan birini de “dijital anlatı” oluşturuyor. Bunun yanında bu başlıkla ilgili tezler yapılıyor, konu çeşitli yanlarıyla ele alınıp izlemelere, araştırmalara dayalı kitaplar yayımlanıyor.
Biraz daha yakından bakmaya çalışalım konuya. Nedir “dijital anlatı”?
Bu evrede yaşanan, gündelik yaşamda neredeyse toplumsal duruşumuzu büyük ölçüde etkileyen, kişiliğin otaya çıkışında önemli rol oynayan dramatik bir aks kaynağı.
Dijital anlatıda ana malzeme, paylaşılan dramatik hikâye aslında, bunun bir anda yayılan, artçı etkilere yol açan uzanımlar dizisi halinde sönümlenme noktasına dek gerçekliğini koruması.
İletişim diliyle, daha çok da gündelik konuşma dağarına dayalı yapıntı bir söz yelpazesi eşliğinde kendisini duyuran dijital anlatı, bir açıdan öykü sanatının yani öykücülüğün de paylaştığı “hikâye”yi aktarıyor da olabilir. Ancak dijital anlatı yoluyla paylaşılan hikâyenin öyküde yer alan hikâye olması, bunu sanatsal kılmaya yetmez.
Anlatı sanatı, pek çok yazınsal türü barındırabilir, öykü, roman kadar herhangi hikâyeye dayalı her anlatı bunun içine girer, ne ki bunların tümü yazınsal anlatı olsa da kendi içlerinde türlerine göre yine farklılaşarak aralarına sınırlar koyar. Yani yazınsal anlatı olarak öyküyle roman da birbirinden ayrı anlatılar olarak konumlanır. Ama bu sınırlar kimi zaman birbirine girişerek belirsizleşebilir de.
Ama bir dijital anlatı, bu türden bir edebi/yazınsal disipline uymak zorunda değildir, demek ki yazınsal anlatının kurallarına göre yapılandırılması gerekmez onun.
Yazınsal anlatı, bilim ya da felsefe veya hukuk, din, teknoloji vb. kendine özgü bir dil anlayışına yaslanırken dijital anlatıda kimi kapalı ilişkilenimler bir yana genelde anlaşılır olduktan sonra hikâyesini paylaşan her kim olursa olsun herkesin kendisine göre kullanılabilirlik sergileyeceği bir özellik taşır.
Oysa öykü sanatında en güç olan iş, budur. Herkes hikâyesini, özgün bir dille kurmaya, bu dille üretmeye, bu yanıyla kalıcı olmaya çalışır, ne var ki bunu başarabilmek dünya edebiyatının bu bağlamdaki örneklerine bakıldığında ancak ender örneklerde gözlenebilir bu.
Sonuçta dijital anlatı, hikâye aktarıyor olduğu için, salt böyle olmak nedeniyle öykü sanatının örneklerinden birine dönüşmez. Yukarıdan bu yana aralarındaki ayrımların gösterdiği üzere hiçbir dijital anlatı, öykünün sanatlı paylaşımı değildir, hikâye paylaşıyor olmak dijital anlatıyı öykü haline getirmez hiçbir zaman. İlk bakışta bu fark algılanabilir kolayca.
Peki olgu bu denli kırılgansa üzerinde neden bunca duruyorum dersiniz?
Şunun için: Hemen herkes, kurduğu, paylaştığı, br anda çok geniş yayılım gösteren dijital anlatıya bir “hikâye” gözüyle bakıp hikâye paylaştığını sandığı, düşündüğü için tehlikeli bir kavşaktayız; o halde bunların ayırt edilmesi zorunlu.
Şimdilik “yazınsal anlatı”yı “dijital anlatı”ya kurban etmeyelim, bu yeter.