DİL YARATMAK…
M.Sadık Aslankara
(15.05.2025 YAZISIDIR)
Önceki yazımda konuya bir özel notla girmiş, bir-iki hafta boyunca bu doğrultuda kalem oynatacağımı belirtmiştim.
Özetlersem Mehmet Zaman Saçlıoğlu beni arayıp, Gamze Akdemir’in Cumhuriyet Kitap dergisinde, yazarlığıma dönük söyleşisinde dile getirdiğim “soyundurmak giyindirmek”, “dil yaratmak” başlıklarının çok önemli olduğunu ama buna yeterince eğilemediğimi, bu nedenle de biraz kapalı kaldığını söyledi. Okurların da buna geniş ilgi duyacağından kuşku duymadığını, bunun çok yararlı olacağını belirtip bu iki konuyu genişleterek ayrıca yazmamı önerdi.
Soyundurmak-giyindirmek olgusuna, bunun romanda, öyküde karşılığına önceki hafta yer açtım, bu hafta “dil yaratmak” üzerinde duracağım. Sonradan bunların ardından, yazılarımda sözünü ettiğim bir başka konuya, “öykü sökümü” başlığına da yer açmayı gerekli gördüğümü belirteyim bu kısa dizi içinde. Bunu de gelecek hafta işleyeceğim.
Ne ki bu başlıklara nitelikçe daha sıkılanmış bir yoğunlukla “Kitaplar Adası”nda da dönmek niyetindeyim, ancak buna ne zaman sıra gelir, doğrusu kestiremiyorum.
İlk olarak söz konusu söyleşide, Mehmet Zaman’ın ikinci konu başlığı olarak altını çizdiği “dil yaratmak” bağlamında neler söylediğimi anımsatayım:
“Söyledim ya, derdim benim, kendi dilimi yaratmak, özel bir dilden söz ediyorum. Herkesin anlayacağı ama salt M. Sadık Aslankara’ya ait bir dil. Hâlâ bunun kavgasındayım. Ben yakalamaya çalışıyorum, o kaçıyor. Dilimle aramdaki ilişki Kerem’le Aslı hikâyesi, dilim dilim yana yana gidiyorum Gamzeciğim.
“Haa, ölçünlü dille yazarsınız tamam ama bunu aşmaktan söz ediyorum ben. Ergenliğimde düpdüzgün anlatıldığında bunun edebiyat olacağını sanırdım, neyi kaleme alacaksanız. Kaldı ki herhangi yazınsal yapıtın özgün bir dil yansıtması kadar yazarın bir kavramsallık da yapılandırıp ortaya koyması beklenir. Klasikler, bu kavramsallıkla kalıcılaşmayı başarır.
“Ben de işte bu nedenle her yapıtımla hem bana ait bir dil yaratma hedefine kilitliyorum kendimi hem de o yapıtta bir kavramsal tortu yaratarak okurda bunun kalıcı olmasını sağlamaya çabalıyorum. Diyeceğim hep çalışıyorum, yalnız çalışıyorum. Bu hedefimden asla şaşmıyorum.”
“Dil yaratmak” derken “kendi dilini yaratmak” olarak bunu kullandığım ortada. Yukarıda söyleşiden aktardığım alıntıda daha çok ölçünlü dili aşmayı, şairlere yakışan tutumla dili kendinin kılabilmeyi, bununla özgünlüğü başarmayı öne çektiğim de açık nitekim.
Ancak bu yazıda konuya girerken “dil yaratmak” olgusu üzerinden yürüyerek daha geniş bir açıdan olguya bakıp adım atmayı yeğliyorum.
Yazınsal kavramsallığı, “öykü sökümü” başlığı altında önümüzdeki haftanın “Sayfa Yazısı”na bırakıyorum. Gelin şimdi “Ölçünlü dili aşmak”, bunun yanı sıra “dil yaratmak” olgusuna yönelik konuyu tartışalım.
Edebiyat, elbette bütün sanat dalları, hep gözlendiği üzere, kendi dilleri aracılığıyla ister gerçek ister düş, ister usa dayalı ister usdışı yazarın (sanatçının) “içindeki/dışındaki”ni başkalarıyla paylaşmak temelinde ürettiği yapıt aracılığıyla ortaya çıkıp somut hale geliyor.
Bu yazıda hep edebiyatı alacağız, örneklemeyi bu alanla sınırlı tutacağız.
Diyelim edebiyatı ölçünlü (standart) dile yaslanarak sürdürüp yapıtlarınızı hep bu dile dayalı üretiyorsunuz. O zaman siz, anlatacaklarınız her neyse, bunun sınırları dışına çıkamazsınız. Nice çaba de sergileseniz, anlatacaklarınız eliniz altından kayabilir pekâlâ. Bu sınırı aşmak için tek yol ölçünlü dili geride bırakıp yeni bir dil kurmaya çabalamak kuşkusuz. Bir yazarın yazarlık yaşamı boyunca gündeminin başat konusu, kendisini aşmaya dönük yaratı sorunsalıdır çünkü.
Neden böyle söylüyorum? Eğer siz, verimleme yıllarıyla orantılı olarak yapıtlarınızda yeni bir dil gereksinimi duymaksızın yani yazın dilinizi değiştirip dönüştürmeksizin, süreç içinde hep size yeterli gelen ölçünlü dille, salt buna yaslanıp sonuçta bununla yetinerek yapıt üretmeyi sürdürüyorsanız o zaman bir “yineleme”ye gömülmüş, yönünüzü bu yola çevirmişsiniz demektir.
Bu, bir yazar için kuşkusuz acı, aynı zamanda trajik bir gerçekliktir.
Çünkü bu değişim yazarda içkindir, süreçsel anlamda ürettiği her yapıtın ardından bir sonraki yapıtında niteliksel sıçramayla öncekinin düzeyini aşmak ister. Dil, bu değişimde ana omurgayı oluşturur, bu değişimin ana gösterenidir.
Bu yüzden yazar, her yapıtıyla aynı zamanda kendini aşıp değiştirir. Ne ki bu değişim, kabınızın yetmezliğinden kaynaklanmalıdır, kabuğunuzun size dar gelmesi sonucu ortaya çıkan bir dayatma, zorunluk olmalıdır. Metin, yazı, artık eskisini (öncekini) reddeden, yeni yollar arayan bir süreci imlemelidir. Metnin yazarı, okur anlamaz vb. kaygıyla bu yeni yazma biçiminden asla ödün veremez.
Metinde aksesuar arzusu, değişime-dönüşüme duyulan gereksinim sezgisi, öngörüsü olmamalıdır bu. Sözcük üretimi, dilsel yelpaze genişliği, sözdizimi oynamaları, ulama-takı şaşırtmaları, ses değerleri vb başlangıçta dilde değişimin bir göstereni halinde algılanabilir. Ancak bunun bir zorunluk halinde mi ortaya çıktığı yoksa salt ilineksel bir örüntü itkisinden mi yani yeni bir izlenim kaygısından mı kaynaklandığı sorusu da burada önem taşıyor kuşkusuz.
Yapıtlarınıza “yenilenmiş dil” görüntüsü kazandıramazsınız; dil, iğretiliği kusar hemen; ya yaratmışsınızdır bu dili ya da yapıtlarınızdaki dili yineleyerek sürdürüyorsunuz demektir veriminizi.
Bu şu anlama gelir; diliniz sizi yeni keşiflere çıkmaya, araştırmaya, gezip yeni yazarlar, yapıtlar bulmaya, yeni düşünceler üretmeye, var olan düşüncenizi değiştirmeye, yeni yollar denemeye cesaret etmeye zorlamıyor demektir.
Yukarıda alıntıladığım sözlerimi, ben bu yönde sürdürdüğüm çabayla söylüyorum. Yeni bir dil yaratmak için yana yana savruluşum böyle alınmalı.
Yoksa, hah, vakti geldi, artık dilimi değiştirmeliyim ille, demiyorum ben.