SAYFA YAZISI; EDEBİYATIMIZDA ‘FİLTRELEME’…

EDEBİYATIMIZDA “FİLTRELEME”…

M.Sadık Aslankara
(20.03.2025 YAZISIDIR)

Bilgi ağlarında sıklıkla geçtiğinden, “filtreleme” sözcüğünü, özellikle tırnak içine almak daha uygun göründü bana.

Bunun, elbette edebiyatta da geniş yansımaları var, ne ki bu konularda dişe dokunur metinlerle karşılaşmakta zorlanıyor yine de insan.

Hal böyleyken neredeyse herkes bir yandan örtük de olsa bunu dillendiriyor hatta bundan apaçık söz edip şikâyetçi görünüyor öte yandan görece sütten çıkmışlık havası takınarak âdeta kendisi hiç mi hiç filtrelemeye girişmezmişçesine uzak bakışlar atıyor, ıslık çalabiliyor pekâlâ.

Eğri oturup doğru konuşalım; iğneyi kendimize batırmadan elimizi, beynimizi çuvaldıza uzatmayalım hemen.

Kaldı ki dünya edebiyatında da bu tür yaklaşımlarla örtüşen pek çok örnekle karşılaşabiliyoruz, sözgelimi son olarak Ukrayna’ya savaş açtığı için dünya edebiyatının önde gelen Rus yazarı, müzisyeni kimi adlara konulmak istenen “ambargo”, bu açıdan bir yanıyla elbet filtreleme, kibarca da değil üstelik, uluorta meydan okuyan mahalle kabadayısı hoyratlığında.

Yasak, ambargo vb. türünden tutumlar herkesin gözü önünde yapılıyor, sanki bunlar için gerekçe olabilirmiş gibi. Oysa filtreleme, Türkçesiyle “süzme”, bir “örtme”, “geri itme”, “gölgeleme”, “öteleme” eylemi, ama günümüzün beylik üslubuyla “operasyon” bağlamında değerlendirmek de olası bunu. 

Bu yazıda dünyada olup bitene değil, kendimize bakacağım için “filtreleme”nin kapsamına “edebiyat”ı değil, “edebiyatımız”ı alarak sınırlama getirmeyi yeğledim.

İğne-çuvaldız, dedim ya, işe kendimden başlayıp birkaç örnekle konuyu sürdüreyim.

Kırk yıl kadar önce 1980 sonlarına doğru arkadaşlarımın önerisiyle bir dizi senaryosu vermiştim TRT Ankara Televizyonunun ilgili birimine. Kuruma da yıllardır dışarıdan çalışan biriydim üstelik. Bir süre sonra uğradığımda, dosyalarımın beni beklediğini gördüm.

Yanıt neydi peki? Üç bölüm halinde çoğaltıp teslim ettiğim senaryo dizisinin her dosyasında kapak içinde daksil beyazıyla kapatılmış bir satır parlıyordu.

Kapağı açıp ışığa tuttum, tükenmezkalemle yazılmış ama sahibi okumasın diye daksille üstü örtülmeye, böylece okunması engellenmeye çalışılmıştı. o tek sözcük çok net görülebiliyor, rahatlıkla okunabiliyordu oysa. Çok açıktı, senaryonun okunması şöyle dursun, okumak isteyenlerin de önü kesilmeye çalışılıyordu, bunun için önlem alınıp uyarı yazılmıştı çünkü: “Okunmayacak.”

İşte somut bir “filtreleme” örneği size. Anlatacağım ikinci filtreleme örneğini, üç farklı zamanda sürekli yazarları arasına katıldığım bir dergide, Çağdaş Türk Dili’nde yaşadım. Sivas kıyımının yaşandığı o uğursuz yıl ergenlik dönemindeki kızım, bundan etkilenip bir öykü yazdı. Kıyamadım kaleme aldığı “Gül Hanım” adlı bu öyküye. Kıyım haberi televizyonda yayımlandığı sıra bebekleriyle oynayan bir çocuğun, bunu oyuncaklarına yansıtışını, bu sarsıntıyla yaşadığı etkilenimi işliyordu öyküde.

Kızımın yazdığı metnin, nahif öykülere de yer açan Çağdaş Türk Dili’nde yayımlanabileceği düşüncesi uyandı zihnimde. Derginin yönetmeni değerli yazarımız Şemsettin Ünlü’ydü (1928-2019) o sıra, kendisiyle de tanışırdık zaten, kaldı ki Dil Derneği’nin de üyesiydim. Öyküyü ona gönderdim. Bir süre sonra öykünün yayımlanacağını öğrendim, kızımla birlikte çok sevindik tabii.

Aradan onca zaman geçti, öykü yayımlanmıyor bir türlü, “Gül Hanım”ı göremiyoruz dergide, kızım öyküsünün yayımlanmasını bekliyor oysa. Anladım yayımlanmayacağını. Nitekim aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra dergiye uğradığımda, gözlerimle gördüm, öykünün üzerine “Yayımlanmayacak” notu eklenmişti. Yayın kurulunda kim, nasıl bir kaygı duyduysa artık, hiç ses çıkarmadım. Sanıyorum soyadlarımızın aynı olmasından ötürü bir aile dergisi gibi alınmasın diyerek yayımlanmasını engellediler. Ama ah keşke benim bir yazımı çıkarsalardı ya da baştan yayımlanacağını söylemeselerdi.

Bunu hiç unutmadım, kızımın yaşadığı düş kırıklığı içime oturdu diyebilirim. Şimdi arada yazı isterler dergiden, elim gitmez bir türlü kalem kâğıda ama kerhen yazarım yine de, sırt dönmeyi yakıştıramam kendime, öyle ya nice dilseverin emeği var Dil Devriminde, bunun bugünkü sürdürücüsü Dil Derneği’nde.

Sevgi Özel’le de paylaştım bu durumu, neden böyle olmuştu, o da bilemiyordu. Yıllar geçti üzerinden, şimdi kızım, benim o günkü yaşımı aştı, ama ben unutamadım yine de.

Hiç kuşkum yok, sizlerin de böyle hikâyeler yaşadığınızı çok iyi biliyorum, biliyorum çünkü hiç tanımadığım insanlar, başlarından geçen ya da duydukları buna benzer hikâyeleri yazıyor, ya da bir etkinlikte karşılaştığımızda anlatıyorlar.

Kaldı ki salt filtrelenmiyorsunuz, yanı sıra sizler de kendinizce benzer filtrelemelere sapıyor olmalısınız, bundan da kuşku duymuyorum.

Ya benim, benim filtrelemem yok mu edebiyatımızda?

Apaçık söyleyeyim, var. Çok satan yazarlar, kitaplar üzerine genelde yazmıyorum diyeyim. Siz de ayırdındasınızdır zaten bunun. Bakın “Yazmıyorum,” diyorum, “Okumuyorum,” demiyorum ama. Bu farkı atlamayın. Peki neden onlar üzerine yazmıyorum?

Onları zaten yazanlar oluyor, onlar üzerine yazmaya iştahlı insan da çok. Bense kimselerin gönül indirmediği, hadi diyeyim pek çoklarının filtrelediği yazarları, kitaplarını alıyorum, ücradakilere el uzatıyorum onlar yerine, fena mı?

Asıl sorun filtrelemenin olağanlaşması, daha doğrusu olağan karşılanır olması yaşamın içine alınıp hayatın böyle sürdürülmesi sanki bu doğalmışçasına.

Alışmak, buna uyar hale gelmek; asıl tehlike bunda bu tutum, yaklaşımda.