SAYFA YAZISI; IRMAKTAN NEHRE, NEHİRDEN ÇAVLANA…

IRMAKTAN NEHRE, NEHİRDEN ÇAVLANA…

M.Sadık Aslankara
(15.08.2024 YAZISIDIR)

 

  1. Bölüm / 2012

 

Toplumda ciddi bir kesimi oluşturan insanımızın özellikle büyük baskılar yaşadığı 1980 sonrasında, kendisini bir anlatıcı konumuna alarak salt bu amacını karşılamak üzere eyleme giriştiğini, bunun için çabaladığını biliyoruz.

Bu anlamda farklı kesimlerden gelen, sonuçta kendileri de artık bu kesimlerin birer sözcüsü konumunda apayrı bölük oluşturan kişiler anılarını, hikâyelerini, öne sürüşlerini, bunlara kaynaklık yapan düşüncelerini paylaşmayı, fırsat buldukça ya da çeşitli yollarla yakaladıkları fırsatlar aracılığıyla bunu gerçekleştirmeye giriştiklerini de hep gözledik bu süreçte.

Bunlar bireyde, yer yer ciddi tutkularla da buluşmadı değil, ancak sanata, burada öyküye dönük eğilimler dikkate alındığında bunun salt arzu, hatta belki niyet düzeyinde kaldığı, saman alevine benzer anlık parlayışlarla göz açıp kapayana dek bir anda yaşanan sönümlenişlerin birbirine girdiği de sıklıkla görüldü. 12 Eylül’ün yol açtığı suskunluk travmasının ağırlığı kalkınca bütün zamanlardan artakalıp biriken ne varsa bunların da üstü açıldı bir bakıma.

Kaldı ki bu tutum, 1928’den bu yana şiirle birlikte öykümüzde sürekli gözlendi, Anadolu’nun hemen her köşesinde ürününü paylaşmak isteyen insanlar, farklı kesimlerden taşıdıkları sesleri, renkleri paylaşmayı hep sürdürdü.

Bir de var ki şiir, roman, deneme vb. farklı yazın dallarından şair, yazarın ama bunun ötesinde tiyatro, sinema, resim, müzik vb. sanatın geniş yelpazesine yerleşmiş her alandan sanatçının da yüzünü öyküye döndüğünün tanıklığını yaptık öykü patlamasıyla birlikte. Nitekim şu son çeyrek yüzyıl içinde bunun farklı örnekleriyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz.

İşte bunlardan biri anlamında önemli adlardan Can Göknil Deniz Kokusu adlı yapıtıyla bir iyilik meleği halinde alana süzüldü.

Zaten öteki öykücülerimiz, artık biliyoruz, kapıda hazır bekliyorlardı. Her biri, farklı yıllardan farklı yapıtlarıyla uça uça gelip alana kondular, öykücülüğümüzde görünen yüzler olarak ilgiyle karşılandılar.

Hüseyin Akyüz Yağmurda Kuş Sesleri, Cemil Kavukçu Aynadaki Zaman adlı yapıtlarıyla 1980’lerden bu yana süregelen öykücülüklerini bir kez daha sergilediler.

1990’ların öykücülerinden Nurdan Beşergil İyi Geceler Öpücüğü, Ali Teoman Kırık Kalpler Terzihanesi adlı yapıtlarıyla kendilerinden bekleneni karşıladı da denebilir bir bakıma.

2000’lerin öykücülerinden Esra Odman Boşluk, Ahmet Büke Cazibe İstasyonu, adlı yapıtlarıyla bir kez daha alanda ilgi topladılar.

İkinci öykü kitaplarıyla alanda adlarını pekiştirenlerden Berna Durmaz Bir Hal Var Sende, Sibel Öz Serçeler Ölürse, Sine Ergün Bazen Hayat, Birgül Oğuz Hah, Pelin Buzluk Kanatları Ölü Açıklığında, Ali Günay Çatlak Nar, Nazmi Bayrı Uçurtmalar, Osman Akalın Renkler adlı yapıtlarıyla alanda bir kararlılık göstereceklerinin, öyküde direneceklerinin de işaretini verdiler bir bakıma.

Bu arada öyküye yönelik ilginç bir gelişim de işçi sınıfı içinden çıkan, emeğin kökeninden beslenen yazınsal katkıda gözlendi. Öyküleriyle 1990’lardan bu yana kendisine alanda zaten yer açmayı başarmış bir kalem Celal İlhan Dili Yüreğinde, Adil Kurt da yine sıcak, içten kurulum örneği halindeki ikinci öyküler toplamı Emeğin Çukurovası adlı yapıtlarıyla dikkati çektiler. 

İlk kitaplarıyla başlarını uzatan yazarlara da göz atalım. Bakalım 2012’de kimler ilk kez öykünün kapısından içeri girdi?

Tülay Güzeler Dar Koridor, Neslihan Önderoğlu İçeri Girmez miydiniz?, Şenay Eroğlu Aksoy Evlerin Yüreği, Gülçin Göktay Manka Gelincik Kutusu, Deniz Tarsus Ozo Ozo Çakta, Mustafa Albayrak öyküye dönük emeğinin yanında Dilsizin Yeri, Umut Sağlam Öykünün Nar Suyu, Bora Abdo Öteki Kışın Kitabı, Mahir Ünsal Eriş Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde… adlı yapıtlarıyla, bu başlangıç aşamasında pek çoğu sizlerin de kolayca kestirebileceği gibi alanda kalıcılık sergileyeceklerini göstermeyi ilk ağızda başardı diyebiliriz pekâlâ.

Kendileriyle yakın ilişkim olan kimi yazar dostlarım, bunlar elbette yapıtlarıyla yazınımızda önemli konuma sahip imzalar, bunca kitabı okumanın beni, yazarlığımın öteki alanlarındaki yapıp etmelerimden, örneğin öykülerimle romanlarımdan, hatta oyunlarımdan koparacağını söylüyor, uyarılarını iyiliğim için yaptıklarını ekleyerek.

Zaman zaman kimi okumalarım sırasında kendime, “Ben bu kitabı niye okuyorum?” diye sorduğum olmuyor değil, açıkça söyleyeyim. Çünkü bir kitap yayımlamış diyelim, ama yazarlığın daha başlangıç evresinde kişi. Yazı deneyiminin neredeyse hiç denecek ölçüde az olduğu belirgin görülebiliyor.

Ama yayımlamış kitabı, bir yolla bana ulaştırmış. Kim bilir, önce yazmış, sonra da göndermek istemiş olabilir, ama bir insan, eğer bu yolda yolculuk niyeti yoksa kitap yayımlamakta acele etmemeli bana sorulursa. Yoklamalı kişi kendisini, yazarlığa dönük tutkudan eser yoksa, bunun geçici bir heves olarak kalabileceğini sezinliyorsa, kitap yayımlamayı düşünmemeli hiçbir zaman.

Kitap,”Ya tutarsa,” düşüncesiyle yayımlanamaz çünkü. Ne ki kimi çoksatarlar üzerinde konuşulurken sözgelimi o romanın ya da oyunun vb. “tuttuğu” söylenebiliyor, yanıltıcıdır bu niteleme. Sanat, “tutması” amacıyla yapılmaz, ancak yapıt, diyelim ilk öykü kitabı geniş okur kesiminin ilgisini çeker, beğenisini kazanır, bu başka.

Tutkusuz sanat yapılmaz değil yapılamaz, yapıt da üretilmez zaten, işte o zaman kitap da yayımlanmamalı. Bu ancak kendini aldatmak olur, o kadar.

Hadi kendinizi, başkalarını kandırdınız, ya sanatı nasıl kandıracaksınız?