KALMAK MI GİTMEK Mİ…
M.Sadık Aslankara
(12.06.2025 YAZISIDIR)
Hangi açıdan yaklaşırsanız yaklaşın, neresinden bakarsanız bakın, bakış açınız ne olursa olsun sonuçta “kalmak” bir statüko olgusudur, “gitmek”se bir eylem, devinim; böylesi gerçekliğin dayatmasından kurtaramaz kişi kendisini.
Bu çerçevede pek çok yazarın, katıldıkları herhangi yolculuk sürecinin bile kendilerinde yol açtığı devinimsel yaratıcılığı, taşıdığı önemi vurgulayan metinler kaleme aldığı anımsanabilir.
Herkesin bu anlamda yaşantısal deneyimleri olduğu muhakkak; kalmak gitmek konusunda her birimiz yeterince deneyim sahibidir denebilir o halde.
Burada kalmak, gitmek derken kişilerin kendi istekleri yönünde, kendi özgür iradeleriyle aldıkları karar doğrultusunda bunu yeğleyişinden söz ettiğimizi anımsatmaya bilmem gerek var mı?
Öyle ya bir de siz istemeseniz bile zorunlu kalmak, gitmek var. Göç, sürgün, tutukluluk gibi durumlar buna örneklenebilir. Savaşa kim gitmek ister örneğin? Ben de bu yazıda kendi deneyimlerime dönerek sözünü ettiğim kalmaklar, gitmekler üzerinde durayım, bunun yaşamımda yol açtığı etkimelere yoğunlaşayım istiyorum.
Çocukluğumda ailemle birlikte yolculuklarım olmadı değil, bunlar arasında Denizli-İzmir arasında trenle, kardeşlerimle Denizli’den babamın köyü Çal Üçkuyu’ya otobüsle aralıklarla yaptığımız yolculukları, benim ergenlikte Kuvayı Milliye’nin Çal kurucularından amcam Hüsnü Aslankara’yla eşek de dâhil, çeşitli araçlarla Çal çevresinde çıktığımız kültür yolculuklarını anabilirim.
İşte tam bu evrelerde sözümona evden kaçışlarım da olmadı değil, birinde Üçkuyu’ya, ötekinde İzmir’e. İzmir’de teyzemler yaşıyordu, hemen hemen her fuar dönemi İzmir’e giderdik zaten. Anneme babama böyle sıkıntılar da yaşatmamış değilim çocukluğumda.
Yine de bilincine vararak ilk yolculuğumu, ortaokulu bitirdiğim yıl 1963’te annemle babamın bir armağan anlamında sunduğu gezi olarak Denizli’den İstanbul’a trenle yaptığımı söyleyebilirim. Evden kaçmalarımda korku, heyecan, macera duyguları karmaşasında o yolu gitsem de bunun bilincine tam anlamıyla varamadığımı sanıyorum bugünden baktığımda. Ama İstanbul’a gidişimle, yol, yolculuk olgusu aklımdan çıkmazca yerleşti zihnime.
Haydarpaşa’da ağabeyim karşıladı, onun, İstanbul’da yaşayan anne kuzenim dayımın, öteki akrabalarımın konuğu olarak on beş gün yaşadım. İstanbul’u, müzelerinden tarihi, doğal yörelerine ilk kez gördüm, dolaştım.
Çocukluğumdaki kalma-gitme kavramına dayalı eylemlerin belli başlıları bunlar oldu. Çok değil iki yıl kadar sonra kendi başıma çıktığım yolculuklar başladı zaten, üstelik bu yolculukların yaşam boyu süreceğini o yıllarda kestiremezdim elbette.
1965’te edebiyatın, tiyatronun dışında hiçbir işle ilgilenmeyeceğimi, yazarlığın, tiyatroculuğun dışında bir uğraş edinmeyeceğimi, temel uğraşımın bunlar olacağını kesinlemiştim nedeyse.
Bu tarihlerde başlayan, sonrasında 68’lilik olgusuyla birlikte alabildiğine karmaşıklaşan toplumsal yaşamın Denizli kesitinde liseyi tamamlayabilmem neredeyse olanaksız hale gelmişti. Ailemin de onayıyla, İzmir’e geçmem gerekti. Yine de Denizli’yle edebiyat, tiyatro bağlamında ilişkilerim sürüyordu. İşte bu aşamada Denizli-İzmir arasında yaptığım yolculukları, kalamadan gidilip dönülen, dönülmek üzere kalınan yolculuklar, yerler biçiminde niteleyebilirim.
Yine de İzmir, Denizli dışında süreğen yaşadığım ilk kentti. İzmir’in ardından yine farklı bir yaşam biçimiyle bu kez Ankara başladı. Henüz daha on sekizlerindeydim. Zaten üniversite için de Ankara’yı seçmiştim. Ankara Birliği Sahnesinin kuruluşunda babamların gırtlağına çökerek ana sermayesini koydum, sonra da koptum. Vasıf Öngören, benim getirdiğim bu ana sermayeyle gün yüzüne çıkma fırsatı yakaladı. Yıllar sonra İstanbul’da İlhan Altındaş (Dostça İlhan), Salih Kalyon, Mümtaz Sevinç, Yaşar Güner birlikte oturup rakı içtiğimiz bir akşam, “Sen o parayı getirmeseydin bugün Vasıf diye biri olmazdı,” deyince o zaman da buna karşı çıkmış, Vasıf’ın bir yolla kendini mutlaka gerçekleştirebileceğini söylemiştim Dostça İlhan’a, herkesin önünde.
Ankara’dan sonra, Ankara ağırlığı sürmekle birlikte 1970-75 arasında ilk İstanbul yaşamım başladı. Bir yandan tiyatro yaparken sonraları edebiyata da yoğunlaştım. Ancak 1975’ten 1980’e dek Ankara’da geçen yaşamım zorlu bir sürece dönüştü. TRT Ankara televizyonuyla ilişkim başlamıştı, ama ayakta kalabilmek amacıyla yine ailemin desteğiyle Denizli üretimi / işi havlu-çarşaf ticaretine bulaştım, bu beş yılın sonunda arka arkaya battım hep. 1980 olmuştu.
Yaklaşık on beş yıl sonra Denizli’ye döndüm ya önce askerlik görevini çıkardım aradan, döner dönmez de Volkan Beşek’in desteği, sahiplenme duygusu, Mehmet Acar’ın sevgisi, salon tahsisiyle bu kez Denizli Tiyatrosuna başladım. 1982-92 arasında bu da on yıl sürdü. Hadi yol yine: ikinci kez Ankara.
Eylemli profesyonel tiyatro yaşamım 1968’de Ankara’da başlamıştı, yine Ankara’da 1993’te nokta koydum buna, bu kez belgesel sinema başladı kökten. Ancak edebiyat-tiyatrodan hiçbir zaman kopmadım, hep iç içe yaşadım onlarla. Yine de Ankara’da yarı yerleşik yaşamayı 2015’e dek hep sürdürdüm ama. Oysa bu süreçte artık İstanbul’daydım. 2004’te Beşiktaş’a yerleştim, hâlâ oradayım.
Ama baharlarla güz mevsimlerinde aylarca olmak üzere 2004-2010 arası Bodrum Gündoğan’da, 2010-2018 arası Datça’da aynı mevsimlerde olsa da toplamda yıllara yayılan uzun sürelerle kaldım buralarda. 2013’ten bu yana da yine aynı mevsimlerde tam on üç yıldır Antalya Lara’da kalıyorum.
2017’de Beşiktaş’ın yanında Foça’daki yeni evimde de farklı dönemlerde çalışmayı sürdürüyorum.
Yaşadığım kentler arasında Eskişehir de önemli yer tutuyor. 2004’ten bu yana orada da yaşadım, uzun sürelerle hem de, kaldım, çalıştım.
Yirmi yıl sonra Eskişehir’e veda edeceğime göre bunu haftaya bırakayım.