KOLTUK ALTI YAZARLIĞI…
M.Sadık Aslankara
(03.04.2025 YAZISIDIR)
Dilimiz, atasözü, deyim varlığı bakımından olağanüstü zengin, bunu hepimiz biliyoruz. Bu anlamda “koltuk” sözcüğünün yer aldığı atasözü, deyim, deyiş de öylesine bol, seç seç al artık.
Bunların bir bölümünü aşağıya öylece sıralıyorum:
Koltuğu doldurmak, koltukta olmak, koltuk vermek, koltukları kabarmak, koltuğa girmek – koltuğuna girmek, koltuğunun altına sığınmak, koltuk çıkmak, koltuk altına bakmak, koltuk osurtmak, koltuğa gelmemek…
Bunların ne anlama geldiğini, her birinin bizi nasıl bir artalanla buluşturduğunu düşünerek, edebiyat alanıyla ilişkilendirmek üzere “yazarlık” mesleğine, yukarıdaki “koltuk” örneklerinden kalkarak hangi deyişi, deyişleri yakıştırırsınız acaba?
Kavrayışa göre değişir mi dersiniz bu? Örneğin yazarların koltukla pekâlâ bağ kurabileceğini düşünenler olur mu sözgelimi? Ama bu arada yazarları, koltuğa gelmeyen, koltuğa girmeyen, koltuk altına sığınmayan, tersine kelle koltukta birer kahraman olarak alıp kabullenenler de çıkacaktır herhalde veya artık o çağların geride kaldığını düşünerek bunu MÖ zamanlarından kalma modası geçmiş bir dinozor ahlaksallığı olduğunda buluşacakları da görebiliriz.
Ama yine de pek çoğumuz için yazarların, hele de seçip “benim yazarım” dediğimiz, yapıtlarıyla aramızda bağlar kurduğumuz bu insanların bizim gözümüzde taşıdığı değerin apaçık bir “kahramanlık” olduğu, olacağı açıktır.
Peki, teknik açıdan kalemi kıvrak ancak nitelikçe düşkün, bu değerlere sırt dönmüş, kendini sıyırıp tam tersi bir yerde durmuş, bu doğrultuda hiçbir paha taşımayan yazar yok mu, buna ne diyeceğiz, diye soranlar olacaktır mutlaka.
Örneğin “yağdanlık” deyişini duymayan kalmış mıdır? Böyle davranan yazar yok mu sözgelimi? Özellikle gazetecilik yapan kalemşorlar arasında?
Geçelim bunları, derim size. Çünkü ne edebiyat ne de herhangi sanat, böylesi kişilik bozukluğunu kaldırabilir. Tamam, yazar hırsız olabilir, cinayet bile işleyebilir, ama yazar ya da müzisyen, ressam hangi dalda kim ne üretiyorsa, sonuçta sanatına gölge düşsün istemez hiçbir zaman.
Eğer koltuk altına sığınmışlık sergiliyorsa sanatçı, sözünü ettiğimiz o gölge, yapıtın tam da üzerine düşer, bir daha asla kalkmaz konduğu, konup da kustuğu yerden.
“Koltuk alına sığınmışlık”, bir yeteneksizliğin, beceriksizliğin, bu işi yapamazlığın teslimi anlamına gelir çünkü. Bir payanda olarak algılanır. Böylelikle koltuk altı yazarlığı, yazarlık hüneri sergileyemeyen ama “mış gibi” yaparak yazarlık taslayan iktidarsız muhterislerin koltuk değneği olup çıkar.
Ancak yolun başında bir sanatçı, olanca yeteneğine karşın bir çıkış bulmak, alanında kendisini tanıtmak amacıyla bir dergi çevresinde, bir mahfilde, yayın ortamlarının birinde bu grupların öncüsü konumundaki birileri tarafından korumaya alınabilir. Bu durumu, sığınma değil, bir yeteneğin, önünün açılması amacıyla doğal yoldan kabullenilebilecek bir “himaye” biçimi bağlamında almak daha doğru.
Oysa koltuk altında kalan, kalmayı yeğleyen önünde sonunda borazancılık yapmaya da soyunacaktır.
Bilinir ki bir sanatçı, burada yazar, kendi canı kanıyla sanatını ortaya koyup yapıtını üretir, bu ne demektir?
Yaratır yazar, kendi biyolojik bedenini tüketirken kendi yazınsal varlığını çoğaltan insandır çünkü o. Yazarlığının da yaratıcısıdır, bir başkasının katkısına, bu amaçla herhangi birinin, hele de bir yazarın koltuk altına girmesi gerekmez. Ziya Osman Saba, değerli bir şairimiz, öykücümüz, öyle seçkin öyle insan. Onu Selim İleri’den daha güzel kim anlatabilir. Ziya Osman’ın Cahit Sıtkı’ya karşı minnettarlık taşan hayranlığı, herhangi koltuk ilişkisine bağlanabilir mi Tanrı aşkına, olası mı bu?
Bütün bunlar bize, sanatta yapıtla bunu yaratma sürecinin at başı gittiğini gösteriyor. Kişi nasıl karakter yapısı taşırsa taşısın, yapıtla bunu üretme sürecine “koltuk” kökenli bir hile karışmamalı. Bu özürlü sanat ilişkisinden ancak defolu bir yapıt çıkar.
Öyle ya, kendi kendisini doğurtup yaratan kişidir yazar. Yayımlamasa da eğer yazmayı sürdürüyor, ama diyelim kendi içine çekilmiş halde bir suskunluk dönemi geçiriyorsa bile yaratıcılığını sürdürüyor demektir yine de. Üretim bu yaratım sürecidir; yazar beyni, bu anlamda yaratıcılığını sürdürüyorsa yazınsal varoluş halinde demektir.
Yazarlık, zor olanı seçmek anlamına geliyor, buraya kadar anlatılanlar bunu gösteriyor. Diyelim zor olanı aşmak üzere, bir dereyi geçecekse ille de birinin, birilerinin sırtına mı binmesi gerekiyor yazarın? Yazar, bir başka yazarın koltuk altına sığınmadan önündeki dereyi aşamaz mı?
Elbet her yazar, doğal olarak yazdıklarıyla yapıtlarının karşılığında yaygın tanınmayı, ünlenmeyi ötesinde tüm dünyada, dünya dillerinde bilinir, okunur olmayı, bunların karşılığı çok çok para kazanmayı da ister, ama yine de yazar, hiçbir zaman koltuğa girmez.
Ancak har yazar için yine de koltuğa alınma tehlikesi bulunduğunu da asla unutmamak gerekiyor. Evet, yazar için tehlike, koltuğa alınmaktır, yazar ayırdına varmadan da koltuğa alınabilir pekâlâ. Yazarın o zaman araçsallaştırdığı yazarlığını başka hesaplar için kullandığına tanıklık yaparız artık. Yaratıcı devin gitgide cüceleştiğini görürüz nice üzülsek de.
İleride “dev” olmayı düşleyen genç sanatçı adayı, böylesi tuzaklardan nasıl kurtulabilir? Yüreğini, beynini koyacağı alanın erden yolcusu olmaya çalışarak. Kendisinden önce gelen devlerin izini sürüp onların çalışma biçimine, üretim süreçleriyle yapıtları arasındaki ilişkilere odaklanarak, elbette çalışarak…
O zaman önüne çıkabilecek hiçbir engelin kendisini durduramayacağını da görecektir. Sanat yapmak, koltuğa kurulmaktır zaten, ama kendi koltuğuna.