SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; 1950 Kuşağı Yazarının Kuşak Profili

“1950 KUŞAĞI” YAZARININ KUŞAK PROFİLİ…

M.Sadık Aslankara
(14.5.2020 YAZISIDIR.)

Yansıttığı çeşitlilik açısından “okul”, “kuşak”, “topluluk” vb. ayrımlar yazınımızda bir yandan farklı çağların, evrelerin, geçişlerin eğilimlerini, yönsemelerini açığa çıkarıp turnusol olurken yanı sıra akımlara, türlere, bunların yayılımıyla kabulüne veya tartışmasıyla reddine dönük veriler de getiriyor kuşkusuz.

Bunların yazınsal, sanatsal, kültürel tabloya yansıyabilecek çıktıları aracılığıyla elde edilecek veriler yanında toplumsal, siyasal, sınıfsal, ekonomik vb. işleyişe yönelik açılımların da devreye girmesiyle enikonu bir toplumsal tarih özetlemesiyle karşılaşacağımız ortada o halde.

Zaten cumhuriyet öncesinden bugünlere gelen, örneğin dilde yazılı-sözlü, yazınsal edada, biçemde Osmanlıca-Türkçe veya Divan-Halk vb. ayrımların cumhuriyetle birlikte farklı uçlar arasından geçip 1950’lerde bir biçimde yine önümüze devrilip yığılmasına, birbiri üzerinde yükselmesine yol açan bu hareketlilik değil mi?

Daha çok öykücülükleriyle yazınımıza doğan genç yazarlar aracılığıyla kazanılan “1950 Kuşağı”, demek ki bir siyasal-toplumsal tarih perspektifiyle de okunabilir pekâlâ. Bunun için herhangi özel çabaya girişmeksizin üstelik.

Aşağıdaki satırları, Onat Kutlar’ın ölümünden çok sonra kimi öykülerinin ilk kez bir araya getirildiği Karameke (YKY, 2009) için “Sunu” kaleme alan Ferit Edgü’den aktarıyorum:

“Sonraları ‘1950 kuşağı’ adını alacak bizim kuşağın yazarları, çok erken yaşlarda, henüz lise sıralarındayken yazmaya ve yayımlamaya başladı.

Dergilerde boy gösterdikten kısa bir süre sonra da birbirimizle yarışırcasına ilk kitaplarımızı çıkardık.

Demir Özlü’nün 1958’de yayımladığı Bunaltı’sını, iki yıl içinde, benim, Onat’ın, Adnan Özyalçıner’in, Orhan Duru’nun, Erdal Öz’ün kitapları izledi.

Bir sanat okulunun ya da ekolünün içinde yer alan yazarlar değildik. Bizleri birleştiren, eskinin yadsınması ve yenilik özlemiydi. Türkiye’de çağdaş, modern bir yazın anlayışının öncüleri olmak istiyorduk.

Ortak bir bilinç, sonsuz bir yenilik tutkusu, Sait Faik sevgisi ve sol bir dünya görüşü… Bunlar birleştiriyordu bizleri, ama hepimiz, yeryüzünün tüm gerçek yazarları gibi kendi dünyamızı kurmanın peşindeydik.

Toplumdaki değişim rüzgârını arkalarına almış yirmi yaşlarındaki bir avuç gencin, yazın dünyasına yeni bir yön vermek istemelerine şaşmamak gerektir. (Çünkü böylesi bir istek, bir tutku, ancak o yaşlarda yaşanır.) Şaşılacak olan, çok kısa zamanda bu genç yazarların daha ilk kitaplarıyla bir hayli özgün ve Türk yazınında o güne değin pek görülmemiş zenginlikteki bir öykü dünyasını gerçekleştirmiş olmalarıdır.”

Görüldüğü üzere alıntı, yalnız yazın tarihi bağlamında açılım getirmiyor aynı zamanda toplumsal, siyasal tarihçe olarak da ciddi dayanak oluşturuyor.

Yazıya girişte vurguladığım kavrayış, Ferit Edgü’nün bu yaklaşımıyla alabildiğine somut hale geliyor da denebilir.

Edgü, 50 Kuşağının bir “okul” olmadığını söylüyor. Doğru. Ama bir yazarlar topluluğu ya da grubu da değil bu kuşak. Onun için bu ayrımlara bir kez daha dönmek yararlı olacak.

Ferit Edgü, “Sunu”sunda, a Dergisi çevresinden ancak yirmilerini süren bir avuç heyecanlı, coşkulu yazar adı veriyor. Bugünden bakıldığında kuşağın öykücülüğümüz kadar yazınımızı da enikonu biçimlendirdiği, bunun sonucunda farklı yönsemelerle eğilimlere kapı aralama fırsatı yarattığı görülebiliyor.

Batıda görülen Viyana Okulu, Gerçeküstücülük, Varoluşçuluk akımları vb. örneklerle örtüşür nitelikte bir kuramsal getirimi olmasa da köktenci tutum sergilediği belirgin yine de bu kuşağın. Özellikle Fransa’da mayalanan yeni akımların, bu arada uzak esintilerle gerçeküstücülüğün, varoluşçu felsefenin, bütün bunların yazındaki yansımalarının kuşak üyelerince içkinleştirildiği de söylenebilir.

Edgü’nün sıraladığı, aynı yaş eşiklerinde gezinen adların, 1950 Kuşağının çekirdek kadrosunu oluşturduğu söylenebilir elbette. Bu adlara Ülkü Tamer, Kemal Özer, Hilmi Yavuz vb. yine bu yelpazeye yerleştirilecek yazarlar da eklenebilir kuşkusuz.

Bu durumda 1950 Kuşağı öykücüleri arasında adları anılan daha başka yazarların örnekse Leylâ Erbil, Vüs’at O.Bener, Tahsin Yücel, vb. üstelik öykücülüğümüzde öncü roller üstlendiğini bildiğimiz bu adların çekirdek dışında tutulması daha doğru bir tutum olarak öne çıkıyor.

Oysa bu yazarlar, hep “50 Kuşağı” içinde anılıyor. Doğru olan bunların 1950’lerin önde gelen öykücüleri olduğu, ancak “kuşak” sınırlaması içine alınamayacakları gerçeği.

Özellikle öykücülüğümüzün çok önemli bir başka öncüsü sayabileceğimiz Salim Şengil’in 1947’de Ankara’da yayımlamaya koyulduğu Seçilmiş Hikâyeler Dergisiyle de yine genç bir öykücü kuşağının 1950 sonlarına dek ulanıp söz konusu “kuşak”la harman olduklarını söylemek gerekiyor.

Buna göre 1950 Kuşağının çekirdek yazarları aynı kuşak içinde yer alsa da merkez dışına kayıldığında, çekirdeğe girmese bile 1950’lerde bunun çevresinde, kıyısında, hatta oldukça uzağında görünen, ancak yine da yakın esinlenmeler çerçevesinde bütün bütüne bu tek tip kuşağın birbiri içinden çoğalmış yazarları olarak öykü edebiyatımızın bütününü kapladığı pekâlâ söylenebilir.

Evet okul değil ama bırakalım topluluk konumunu, kuşak olma niteliğini bile aşıp yol açtığı etkiyle neredeyse ekole dönüşmüş, bununla denklik kurmuş, yazınsal akıma dönüşmüş bir “yazınsal aşama” diyelim gelin şimdilik 1950’nin tüm öykü yazarlarını bir araya toplayan bu kavrayış için.

Ayrıca “90’lar Edebiyatı” adı altında andığımız yazarların da yuvarlamayla kırk yıl sonra aslında 1950 öykücülerinin arkasından gittiği, bu büyük yazarlarla yapıtlarının uzak-yakın esiniyle yollarını çizmeye yöneldikleri görülebiliyor zaten.

“90’lar Edebiyatı” paydasında konuyu sürdüreceğimi ekleyeyim yine.