SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ANLATMAK, ANLAMLANDIRMAK…

ANLATMAK, ANLAMLANDIRMAK…

M.Sadık Aslankara
(6.01.2022 YAZISIDIR.)

Öykü sanatının çevrintisinde gezindiğim pek çok yazıda öykülemeye dönük her gevişleyişimde şu iki kavrama “anlatmak”, “anlamlandırmak” sözcüklerine de yer açtım zorunlu olarak.

Başkaları anlatı sanatıyla anlatma eylemini birbirine girdirebilir kolaylıkla. Ne ki yazın alanının olduğunu düşünen biri, yazınsal bağlamda “anlatı”nın ne’liği, nasıl’lığı konusunda yaşamının hiç değilse bir ânında kafa yormuş olmalıdır. Öyle ya, hem yazar diye geçineceksiniz hem de anlatı kavramını hiç mi hiç düşünmeden boş geçeceksiniz, bu olanaksız.

Ne var ki, çokluk karıştırılan bir söylem olduğunu dillendirmekten de geri durmayacağım bu iki sözcüğün. Bu da doğal sayılmalı. Çünkü biliyoruz ki her anlatı, bir açıdan anlatmak eylemini de içeriyor, ancak “anlatmak” eylemi, “anlatı” terimini birebir karşılayan bir işleve de sahip değil aynı zamanda.

Buna göre anlatı, anlatmaya dayalı bir eylemle kuruluyor; müzikten resme, sinema-tiyatrodan edebiyata her yapıtta karşımıza çıkar bu. Ancak tek başına salt “anlatılan” değildir anlatı, ya nedir peki?

Anlatılan her ne ise, sizin herhangi bir yolla anlattığınızdır ama anlatı denildiğinde bu, hedef olarak belirlenen karşıdaki alımlayıcı öznenin kendince anlayıp kuracağı yapıdır, buna yerleştirdiği dağardır.

Yazıya, böyle bir dayanak noktasıyla girmek istedim.

Anlatıyla anlatmak söylemini ayıralım ki buradan hareketle “anlatmak”, “anlamlandırmak” üzerine farklı yaklaşımlara dayalı yapı kurabilelim.

Sonda söyleyeceğimi, en başta, şuracıkta söyleyivereyim gelin:

Öyle bir anlatı kurmalısınız ki, anlatmak, sizin tek yanlı eyleminiz olmaktan çıkıp karşıdakinin farklı anlamlandırmalar yaratabilmesine olanak tanıyan yeni yapılanmaya ışık düşürsün.

Anlatıdaki temel sorunsal bu noktada kilitleniyor, bu kilidin açılmasıyla metin anlatılan olmaktan çıkıp herkesin kendince bir anlamlandırma kurmasına açık hale geliyor.

Sorunun düğüm noktası da burası zaten; öyle bir anlatı kuracaksınız ki bu, anlatılan olmaktan çıkacak, bir anlamlandırma kütlesi, bütünü halinde metne apayrı bir enerji yükleyecek, metnin barındırdığı potansiyeli kucaklayıp kuvveden fiile dönmesini sağlayacak.

Anlatı, anlatılan olmaktan nasıl çıkarılır, anlatılmak istenen her neyse bu alımlayana yeniden nasıl kurdurulur? Bunun yanıtı tek: olgusal olan anlatılmak istenirken soyutlanıp dönüştürülecek, alımlayıcının bunu yeniden kurabilmesi amacıyla yaratıcılık damarları geliştirilecek.

Son dönemde okuduğum ilk öykü kitaplarında yazarların alabildiğine anlatımcılıktan kaçındığını, daha sıkı denetim düzeneği kurabildiğini, kimileyin şiirle kurdukları bağın buna katkı sağladığını görebiliyorum, ne ki okuduğum pek çok ilk romanda bunun altından kolayca kalkılamadığı da ortada doğrusu.

Anlatının, “anlatmak”, ama nasıl anlatmak, “iyi, ustalıklı, güzel anlatmak” olduğu biçiminde genel bir algıya yol açtığı kestirilebilir yazarlar arasında.

Son dönemde okuduğum azımsanmayacak sayıda romanda “anlatı”nın böyle anlaşıldığı yönünde enikonu kuşkuya kapıldığımı söyleyeyim.

Ben de yazarlığımın çocukluk yıllarında anlatı kurma, anlatma olgusunu böyle anladığımı vurgulamıştım geçmişteki kimi yazılarımda. İyi bir yazar olmak için iyi anlatmak gerekir diye düşünüyordum o dönem. Yıllarımı aldı, yazarlığın iyi anlatmak demek olmadığını, tam tersine anlatılmak istenen neyse en iyi biçimde okura kurdurulduğunda bunun gerçekleşeceğini, sonradan sonraya kavradım diyebilirim.

Şu satırları bir ilk romandan alıntılıyorum:

“Havluyu yerine asıp yürüyüş ayakkabılarını giymek için banyodan çıktı. Beyaz lake kapaklı ayakkabı dolabından mor tabanlı, mor bağcıklı gri ayakkabısını alıp kapının sol yanındaki boş kısımda, duvara dayalı duran, koyu kahverengi deri kapitoneli, maun ayaklı pufa oturdu. Ayakkabılarını giyer giymez nefessiz kalmış hissiyle kendini dışarı attı.”

Yapıtı, yazarını anmadığım yukarıdaki bir-iki tümce derli toplu, güzel bir anlatım.

Peki bu güzel anlatım, metni, “anlatı” yapmayı başarıyor mu? Hayır!

Okunan metnin, anlatı olarak romanda yerine oturabilmesi, bu birkaç satırın işlevsel açıdan örtüşmesiyle mümkün ancak.

Üst-anlatıcı, elöyküsel olarak aktardığı kişiyi romanın bütünde başka başka yanlarıyla örtüştürüp onu bizde yeniden canlandırabildiğinde, bu yolla yazar, yapmak istediğini gerçekleştirdiğinde kuşku yok ki anlatı da yazınsal açıdan metnin sağladığı anlamlandırma bağlamında ciddi değer kazanacaktır.

Biz okuduğumuz bu satırlarda anlatılan kişiyi, eğer sabırsız ama takıntılı, kaygılı, düşünceli biri olarak yeniden yapılandırmaya girişir, yazarın bu yolla bizde kurmak istediği roman karakterini aynı ölçekte yaratabilirsek o zaman metin, anlatımcılığı aşıp okuru bu doğrultuda anlamlandırmaya kışkırtacaktır.

Böylece anlatı, anlatımcılığa sırt dönüp anlamlandırmayı öne çıkaracak, bu oranda güzel, ustalıklı sözdizimlerine dayalı satırlar halinde romanın anlamlandırmayla buluşmasına olanak sağlayacaktır. Aksi halde söz konusu metin, anlatı olarak doygunluktan gitgide uzaklaşıp adeta vaaza dönecektir.

Metinde yer alan her ayrıntı işlevsel olabileceği gibi dolgu ya da yığma halinde de kalabilir. Ancak ister işlevli isterse dolgu/yığma ayrıntı olsun bunlar metnin bütününde yazarın yerleştirimi yönünde kendi rollerini oynayabilmeli, anlatının gerekleri doğrultusunda rolünü gereğince yerine getirebilmeli.

Anlatı, okura ancak o zaman kurdurulabilir. Öteki türlü, anlatı, anlamlandırma yetisini yitirir, yazarın anlatma eylemine dayalı vazedişi olarak kalır o kadar. Ancak hiçbir okur, yazardan vaaz beklemez.

Okurunuzu yazar yapmazsanız, okurunuz yapmayı da başaramazsınız.