SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BAŞKASINI OKUYUP KENDİSİNE YAZMAK

BAŞKASINI OKUYUP KENDİSİNE YAZMAK…

M.Sadık Aslankara
(22.7.2021 YAZISIDIR.)

Necati Tosuner aradı, uzun uzun konuştuk telefonda. Yıl boyu böyle birkaç kez konuşuruz onunla, upuzun konuşmalar, hep edebiyat.

Necati, ağabeyimdir, yalnız benim değil, yazınımızın da ağabeyidir o.

Türkçede verimlenmiş yapıtlara göz atıldığında, bunların çoğunluğunun, hatta neredeyse tamamına yakınının ne denli yazınsal dile yaslanmış olursa olsun sonuçta anlatısını Türkçenin genel geçer standart edebiyat diliyle kurduğu, çok az sayıda yazarınsa, ortaklaşa kullanılan bu yazın dili dışına çıkıp kendine özgü dil matematiği yaratmayı başararak yapıtlarını buna dayandırdığı söylenebilir. İşte kendine özgü dil kurmayı başarmış yazarlardan biri de Nicati’dir bana göre.

Bu yüzden sevginin, saygının ötesinde yazar büyüğüm olarak ustamdır, böyle görür, böyle söylerim, bilen bilir.

Her zamanki kollayıcı yaklaşımıyla dosyalarımı sordu yine Necati; “Dosyalar ne âlemde?”

Daha önce de bir iki yazımda vurgulamıştım. “Bırak artık bu yazıları, vakit geçiyor, dosyalarınla ilgilen,” diyen birkaç yazar dostumun en başında hep Necati gelmiştir. Buna, görüşmelerimizdeki uyarısıyla Selim İleri’yi ekleyebilirim, geçmişte Burhan Günel’i.

Biliyorum, zaman geçiyor, ama benim ilk işim okumak, ilk işim uyanmak gibi bir şey bu da. Yazmaktan önce okumak. Yazarken okumayı savsaklayan, gereğince okumayan insanın okuyan yazara karşı kişisel havuzundaki su, giderek birikintiye dönüşmez mi? Adı üzerinde o durgun su, artık “birikinti”dir, kirlidir, kapalıdır.

Nitelikçe berrak, zengin, taze suya, ancak okuyan yazarın havuzunda rastlanır, çünkü ancak okuyan yazarın havuzu her dem böyle sular alıp düzenli akışla bunlar arasında diyalektik geçişlere dayalı değişim yaşar. Dünya yazınına bakın, sözgelimi Stefan Zweig, Jorge Luis Borges, Italo Calvino, Umberto Eco vb. yazarların okuma eylemleriyle kendilerine nasıl yıkılmaz kuleler kurabildikleri rahatlıkla görülecektir.

Bunun karşılığı beklenmez; bu karşılık, kendini metinde gösterir.

Bu yüzden ben önce okurum, sonra yazar. Öykü, roman, oyun yazdıklarımı beğenmeyebilirsiniz, o zaman bunu okumalarımdaki yetersizliğe bağlarsınız, olur biter.

Buraya kadar tamam, iyi de kitaplar üzerine yazmak zorunda mıyım peki?

Konuşma akışı içinde Necati, sözlerinin bir yerinde şöyle deyiverdi:

“Gençler, kaç satır yazdığına bakıp senin üzerinden yarışıyorlar.”

Kaldım bir an.

Necati ne söylüyor?

Yazılarıma nitelikçe değer verilmediğini, anlaşılmadığını, bunların da ötesinde hafife alındığını.

Necati, yazılarıma bakanları nitelikçe tartarak, onların bu yazıları nasıl algıladığını düşünüp süzerek altını çizmeye girişiyor diyebilirim bu gerçekliğin.

Doğrusu ya, ben de ayırdındayım bu tuhaf tutumun.

Sözgelimi okumuş yazmış bir zavallı kalem sahibinin, yazdıklarımdan kalkarak benim için “kayıt memuru” demiş olması bile başlı başına bir kanıt. Sözümona entelektüel imza olarak kabullenilmiş birinin de yazılarıma ilgisinin “okuma” değil “bakma” eylemi halinde kaldığını ele veriyor bu olgu. Nitekim kitapları üzerine yazdıklarımdan kimilerinin bunları salt birer “tanıtma”, “değini”, “not” olarak alması da durumu apaçık gösteriyor zaten.

Neler okuyorsam, bu okumalarımı Türkçenin olanaklarıyla yazılarımda yansıtmaya çabalıyorum. Önemli olan okuma hüneri edinmiş, belirgin okuma disiplini kazanmış olmak. İnsan okumak isteyebileceği bir yazıyı atlayabilir, kaçırabilir, ama eğer istiyorsa döner bulur. Kimi yazarlar, nice sonra bana ulaşıp, yapıtları üzerine yazdığım bir yazının kopyasını isteyebiliyor ya da bana gönderdikleri yapıt üzerine yazıp yazmadığımı sorabiliyor.

Necati, “Yazma artık kitaplarım üzerine, zaman harcama!” diye yüce gönüllülük sergilerken gencecik yazarlar, kitaplarını okuyup okumadığımı merak etmenin ötesinde, hakkında ne zaman yazacağımı bile araya sıkıştırabiliyorlar. Kimi de, eleştirimi beklediğini, çünkü bunu çok önemsediğini söylüyor, kendisi için “eleştiri”nin önemli olmadığını, adından söz edilmesinin taşıdığı önemi faş eden edayla.

Kendi payıma yakın ilişkilerim olan Vedat Günyol, Fethi Naci, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Kemal Gündüzalp vb. imzaların yapıtlarını okuyup üzerlerine birkaç kitap oylumuna ulaşacak yazılar kaleme aldığım halde hiçbirinden böylesi tuhaf bir isteğim olmadığını da ekleyeyim şuracıkta.

Oysa tek bir öykümü, romanımı okumadığını bildiğim genç kalemlerin ilk kitaplarını bile sözcük sözcük okuyup yazarken gösterdikleri kayıtsızlık, herkesin havuzundaki suların cümbür cemaat nasıl da ağırlaştığını, bu suyun artık balçık haline geldiğini ele vermeye yetiyor görece.

Ne var ki, bu durum, benim okumaya dönük isteğimi ya da iştahımı köreltmiyor yine de.

Yazılarımı, kurmacalarımı okuyup okumamak okurun bileceği iş, ama ben, kitaplarıma gönül indirmese bile herhangi yazarın kurmacalarını okuyup üzerine yazmanın, bir damlacık da olsa havuzuma taze su taşıyacağını bilirim.

Her okuma zenginleştirir. Yazılarsa bunun kanıtıdır.

Bu nedenle okumalarım beni ilgilendirir, öyle ya, zenginlik uluorta sergilenmez, görgüsüzlüktür.

Sevgili yazarım, dostum Necati Tosuner’in bu sözünden sonra okumalarım, yazmalarım üzerine, biraz daha ileri giderek söylersem kitaplarım, dosyalarım üzerine birkaç yazı daha kaleme almakta kararlıyım.

Umarım görgüsüzlük saymazsınız bu yazıları.