BEN NASIL BİR ELEŞTİRMENİM?
M.Sadık Aslankara
(02.02.2023 YAZISIDIR.)
Kendi payıma, “eleştirmen” olduğumu söylüyor değilim, yazarlığımla ilgili böyle bir niteleme getirmedim hiçbir zaman. Bunu, dışımdakiler söyledi hep. Onlar beni “eleştirmen” olarak görebilir kuşkusuz, engelleyemem, ama ben kendimi onların nitelediğine benzer bir konumda görmedim, görmüyorum da.
Ama bu demek değil ki, eleştiriyi bilmiyorum, hayır, sözgelimi bizde “eleştiri” üzerine kitaplar da yazmış Tahsin Yücel’i, hatta geçmişte nice güçlü eleştiriler de kaleme aldığı halde eleştirmen olarak mı anıyoruz? Onu “eleştirmen” olmaktan ayıran ne peki?
Dikkat ediyor musunuz, eleştiriden, eleştirmenden söz edildiğinde ilk olarak Nurullah Ataç, Fethi Naci anımsanıyor, peki anımsanışları, popüler olmalarından mı kaynaklanıyor salt?
Oysa günümüz yazınında adları sayılmakla bitmeyecek sayıda eleştirmen var, onlar için de bu nitelemeyi kullanmıyoruz genelde. Neden?
Bu konuyu, buna komşu sayılabilecek başka konuları birkaç yazıda ele alıp güncel bir tabanda değerlendireyim, kendi anlayışımı da paylaşayım istiyorum. Gerçi arada kitaplar üzerine kalem oynatmalarım konusunda, kaçınamayıp söz ettiğim oluyor bunlardan. Bu kez birkaç yazıyla “eleştirmenlik” çevresinde gezineyim, derli toplu biçim vermeye çalışayım bu konudaki görüşlerime diyorum.
Kitap okumayı seviyorum, öyle böyle değil, çok seviyorum, diye ekleyeyim. Yazılarımı okuyanlar görüyor zaten. Tanımam gerekmiyor yazarı, kitabı güzel bulmam da gerekmiyor, eğer istiyorsam, herhangi kitap üzerine yazmaktan beni alıkoyacak bir neden yok, yeter ki karar vereyim buna. Böyle bir iş için eleştirmen olmak, böyle kabul edilmek gerekmiyor. Ben okuyorum, okuduklarımdan yazmam gerektiği kanısına vardığım kitaplar üzerine oturup yazıyorum. Yazarlar, bunları nasıl karşılıyor, eleştiri olarak mı alıyor bilemem, yazılarıma dönük yaklaşımla ilgili bildiklerim, kimini “Bana Gelen Mektuplar” başlığı altında sizlerle paylaştığım yazılanlarla sınırlı, bu kadar.
Geçmişte Hürriyet Yaşar, yazılarıma bakarak beni, “notu bol hoca” diye anmıştı bir yazısında. Not vermiyorum, değinmem, söylemem gereken sözlerle sınırlıyorum bu yazıları, yetiyor. Buna göre “tanıtı” yazıları değil öyleyse. Belki “değini” demek en doğrusu, peki bu karşılar mı yazılarımı nitelemeyi? Belki de kitaplar için “giriş” yazıları diyerek anmak bunları en doğrusu.
“Ben nasıl bir eleştirmenim?” sorusu, tam bir “tersinleme”ye dönüşüyor bu durumda. Be adam, madem “Ben eleştirmen değilim,” diyorsun, bu soru ne?
Önce gelin Füsun Akatlı’nın bir yazısında, eleştirisine ek ele aldığı eleştirmenliğine dönük satırlara göz atalım birlikte.
Uzunca bir alıntı halinde aktarıyorum:
“Yumuşakbaşlı bir eleştirmen olduğumu düşünenler çok. İyimser, ya da daha doğrusu iyi niyetliymişim. Kötü niyetli olmak için bir neden de yok tabii, ama aslında sorun bu değil. Eleştirdiğim yapıtlara genellikle olumlu yargılarla yaklaşmamdan edindikleri izlenimi, bir çeşit abartılı hoşgörü olarak yorumluyorlar hakkımda böyle düşünenler. Oysa yapıtlara yaklaşımımın ya da eleştirmen olarak tavrımın, bütünselliği içinde görülmeyip, yazılarımın tek tek gözönünde bulundurulmasından doğduğunu sandığım yanıltıcı olabilecek bir değerlendirme bu. Hoş, ben de şimdiye kadar bu tavrımı açıkça belirleyecek bir şey yazmış değilim; bu nedenle de değerlendirmeden çok, izlenim edinme olanağı vermiş olabilirim okurlarıma ancak. Bu yazıda da eleştiriden ne anladığımı -ya da daha çok, benim nasıl eleştiri yaptığımı- uzun boylu anlatacak değilim. Başka bir yazının konusu olabilirdi bu. Şimdilik diyeceğim şu: Eleştiride saldırganlık, benim hiç itirazım olmayan bir öznelliğin sınırlarını da aşan bir öznellik içerir kanımca. Onun için de kendi öznellik-nesnellik dengemin içerisinde saldırganlığa yer vermediğim doğrudur; ama tavrımın hoşgörüyle de hiç ilgisi yok. Hoşgörünün nasıl bir yeri olabilir ki eleştiride? Hem ben kim oluyorum da şu-bu yazara hoşgörü gösteriyorum? Ben yazarların ne analarıyım, ne sırt sıvazlayıcıları, özendiricileri, ne de, hâşâ, yol göstericileri! Eleştirilerim genellikle olumlu bulunuyorsa, bunun nedeni çok basit ve açık; çoğunca beğendiğim, sevdiğim, önemli bulduğum yapıtlar üzerine yazıyorum, üzerinde durulmaya değimli bulduğum ürünlere el atıyorum da ondan. Edebiyatta yeni bir ismin bir zamanlar, hırçınlık ve hoşgördüğüm bir hazımsızlıkla (işte şimdi ‘hoşgörü’den söz etmenin yeridir!) nitelediği gibi bir eleştiri memuru değilim ki. Eleştireceğim yapıtı kendim seçiyorum. Her elime geçen, her yeni çıkan kitap üzerine yazmakla görevli olsaydım, bakın o zaman görürdünüz ‘yumuşak’ eleştirmeni! Sırasında ne sivri dilli olabildiğimi okumuş olanlarınız vardır.” (Edebiyat Defteri; Afa, 1987, 133,134)
Yukarıdaki sorunun muhatabı olarak almam kendimi, doğru değil, ya da “doğru sayılmaz,” demeliyim. Nedenine gelince, yıllardır nice yazı kaleme alsam da kendimi “kurmacacı yazar” olarak tanıtma eğilimi sergiledim hep.
Eleştiri yazıları yazdım ya da kimi yazılarımın “eleştiri” yazısı olduğunu kabul edebilirim, ama “eleştirmen” diye anılmaktan uzak durdum; yazar, tiyatrocu, belgesel sinemacı olmak yetti bana, çok çok öykücü, romancı, oyun yazarı nitelemeleri kullandım, o kadar.
Peki, şimdi ne demeye kaleme sarılıp bu soruyu yöneltiyorum kendime?
Füsun’un hem sıcaklık duyuran hem mesafe koyan yukarıdaki satırlarını kendime yakın buldum, onunla da yarenlik etmek istedim belki, bu yolla kendimi açımlamaya girişeyim, diye düşünmüş de olabilirim bir güzel, bilemem.
Arada bir döneceğim, kitaplar, yazarlar üzerine yazdıklarım konusuna, daha doğrusu bunların nasıl, ne mene yazılar olduğu sorununa. Üstelik yalnız edebiyat üzerine de değil bu türde kaleme döktüklerim, tiyatro var, belgesel var.
Birkaç bin yazı. Hadi bir soru daha yuvarlayayım: Ne olacak bunlar? Yoksa birer “çöp yazı” da aslında her biri, ben mi ayırdında değilim bunun, hıı?