SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; BÜTÜNLENİK-PARÇALANIK EVREN VE BİLİMKURGU…

BÜTÜNLENİK-PARÇALANIK EVREN VE BİLİMKURGU…

M.Sadık Aslankara
(9.6.2022 YAZISIDIR.)

Başlangıçta insan, kendisini apansız karşısında buluverdiği bir evrenle yüz yüze, iç içeydi, bu evrenle bütünleşmekten başka bir seçeneği yoktu onun. Çünkü kendisini kuşatıp kucaklayan evren nesnel bütünlük sergiliyordu.

İnsan, kendisi dışında her ne varsa, bunu bütün olarak algılıyor, ondan korktuğu için de bu bütünle iyi geçinmeye çalışıyordu. Üretim, tüketim kadar büyü, ritüel, şamanlık vb. yaratım serüveninde de bütünlük algısını temele koydu hep, bunu ön kabul yaparak başladı işe. Tanrıyı bulguladığı gibi bilimi, düşünceyi, sanatı da bu bütünlükle bağlantı içinde izledi, bunun üzerinden sonuca ulaşmaya yöneldi.

İnsan, bütünlüğün parçalanışı algısına çok sonra ulaşıp deneyimledi, en küçük atoma ulaşarak bunun üzerinden hem kendisini ya da kendi varlığından kalkarak dış dünyayı, giderek evreni bin yıllar sonra bütünlemeyi, yine aynı yoldan ama bu kez toplumca kavrayışın önü açılmış halde hem de kitle halinde yerli yerine oturtmuş oldu. Sonuçta kurguyla olgusal olan arasına insan aklının girdiği, müdahale edebildiği bir aydınlanma çağı yaşanmaya başladı. Adına aydınlanma devrimi diyebileceğimiz çağ, insan zihninin farklı bir evrede işlem yapmasının da önünü açtı elbette. Günümüzde bu çağdan, yeni bir ortaçağ yaşanıyorcasına ne denli uzaklaşılsa da, yaşanmıştı söz konusu aydınlanma, insanın zihninde, düşünce sisteminde gerçekliğini koruyacaktı kuşkusuz bundan böyle.

Demek ki önce kurguyu keşfetti kişi. Çevresinde olgusal anlamda her ne yaşanıyorsa, bunların da gerçekliklerini kurgudan pay alarak ortaya koyduğunu sezdi, bu kavrayış, aslında kendisinin de bu kurgu içinde yer aldığını düşünmesinin önünü açtı, bu sonuç zaten olağandı, ama bu, yine de olağanüstü görünüyordu kendisine kaçınılmaz biçimde.

Yalnız insan varlık değil, canlı cansız tüm varlık, bir kurgu içinde yer alıyor, kendisine aitmiş gibi görünen, bunu saltık anlamda kendisi işleyebilirmiş gibi düşünülen zaman, bu kurgu döngüsünün parçası halinde akarken yaşananları süpürerek tamamlıyordu.

Şuraya geleceğim: Yaşadığı zamanı, bu zamanın kapsadığı her şeyi kurgulayabildiğini gördüğünde, buna bağlı olarak kendisinin de bir bütünlüğün içinde kurgulanmış varlık konumu sergilediğini kavradığında, bunun bilincine erdiğinde, bunların ancak kurgulanarak yeniden anlatılabileceğini, böylelikle de yeniden kurulup gerçeğinden daha gerçek canlandırılabileceğini gördü insan.

Bunca sözü Notos’un “En Önemli 40 Bilimkurgu Romanı” başlığıyla yaptığı on altıncı soruşturmaya dayalı Mayıs-Haziran 2022 tarihli sayısında yer alan kırk roman listesiyle bilimkurgu edebiyatı odağında yayımlanan yazıların ardından kendi payıma bu konuya girmek amacıyla söyledim.

Bilim, felsefe, sanat vb. her alan, kendi sınırları içinde belirli tanımlarla yol alıyor, ortaya koyduğu yasalarla bize gerçekliğini somutlayıp kanıtlıyor. Bilimkurgu edebiyatı denildiğinde buna dönük kimi belirleyici ilkeleri, bu yöndeki saptamaları alanın yetkelerine bırakalım, çünkü amacım bu yönde görüş öne sürmek, yaklaşımlar getirmeye girişmek değil.

Bilimkurgu edebiyatı denildiğinde alanın fantastik edebiyattan, gerçeküstüden vb. farkları, birbirleri arasındaki sınırlar, bunlardaki girişmeler değil konum. Kurguda bütünleniklik-parçalanıklık düzleminde bir ayrımı temele alma eğilimindeyim ben daha çok.

Üç yüz on beş yazıncının onar yapıt seçerek katıldığı soruşturma sonunda ortaya çıkan kırk bilimkurgu romanı büyülü bir yelpaze halinde okurun önüne açılıyor dergide, ne güzel. Üstelik değerli yazılar, metinler eşliğinde sunulduğunu da ekleyeyim roman listesinin.

Ne var ki işin daha en başında, kendi listemi Notos’a gönderirken seçtiğim on romandan özellikle ikisinin listede yer alıp almayacağını merak ediyordum, bu iki romanı benim gibi seçenler olmuş muydu, olmuştur herhalde, diye düşünüyorum ama bilimkurgunun kırk romanı listesinde görünmüyor yapıtlar.

Herkesçe paylaşılanlar dışında önerdiğim iki roman hangileriydi peki:

R.L.Stevenson, Dr.Jekyll ve Mr.Hyde (1886); Franz Kafka, Dönüşüm (1915). Avrupa’nın adasıyla anakarasında otuz yıl arayla yayımlanmış birer kısa roman ya da uzun hikâye diyebileceğimiz iki önemli yapıt.

Bu ikisini seçişimin, yukarıda özetlemeye giriştiğim bütünleniklik, parçalanıklık olgusundan kaynaklandığını ekleyeyim. Yapıtların ayrıntısına dönük açılım getirmek değil amacım.

İnsan bir yandan aydınlanmayla merkeze geçerek söz sahibi olup dinsel dogmalardan arınırken hızla yayılan bilimsel etkinliklerin, olağanüstü ivme sergileyen buluşların, keşiflerin baş döndürücü sevincini yaşıyor ama  öte yandan sanayideki gelişmenin, toplumsal alt üst oluşların kıskacında bunalıyor kaçınılmaz olarak.

Bunun anlamı şu: Aydınlanmayla yeni bir bütünlenmeye doğru gidiyor insan, ama bu arada bir kez daha parçalanmışlıkla yıkılıyor, derken sırça halinde yığılıp kalıyor.

Kendini kurgulayıp yeniden yaratabilecekken, bu fırsatı kaçırıyor belki kim bilir, daha sonra da yitiriyor zaten neredeyse hepten. Buna göre bir sarkacın sonsuzca salınımına benzer kendisini, dış dünyayı, en genelde evreni kurgulayıp bunu bütünlemek üzere bir ütopyaya hayat verebilecekken bir anda toslanan parçalanmışlık sonucunda kötürümleşiyor, öylece kalıyor.

İşte bu salınım hareketinde insanın aldığı ölümcül yaraları, yaşadığı çözümsüz açmazları, kendisi olamamanın bir gerçeklik halinde dayatılması sonucu bunun yol açtığı intihar sayıklamaları, Sisifos gibi bizi yeniden eyleme, aşağıya yuvarlanan taşı her seferinde sürekli yukarıya çıkarmamızı gerektiriyor.