ÇAĞIN TİNİ…
M.Sadık Aslankara
(18.8.2022 YAZISIDIR.)
Kemal Gündüzalp’in, Öykü Dünyası adını verdiği ama henüz yayımlamadığı kitap çalışmasındaki şu satırlar dikkatimi çekti:
“Her çağın bir tini vardır. Çağın tinini yaşamak bazen yanılsamalıdır. Bu yanılsamaya düşmemek gerekir. Çünkü zamanın tininin dışına düşenler yaşanan çağın dışına düşme tehlikesi yaşarlar. Zamanın dışında kalmak, çağdışılığa yol açabilir. (…) Bütün sorun zamana tarih içinde ve hiç kuşkusuz tarih bilinciyle bakmakla anlam kazanabilir. Bunun için de elbette zamanın tinini yaşamak, hatta belki içselleştirmek gerekir.
“Çünkü dün yazılan öyküye bugünün gözüyle bakıldığında, geçmişte yazılmış öyküyü aşılmış gibi görme, daha geniş bir anlamda çağdışı görme yanılgısına düşülebilir. Oysa yazınsal düzeyde önemli olan, tarih içinde, somutlaştırma bağlamında dün, bugün ve yarın döngüsünde yaratılan öykünün kendi çağının tinini yakalayıp yakalamadığına ilişkindir. Zaten yazınsal anlamda söz konusu öykünün güncelliği ya da zamanın tinini aşarak yerelden çıkışla evrenselleşip evrenselleşemediği, dolayısıyla kalıcı olup olmadığı da bununla ilgilidir.”
“Çağın tini” söylemi aldı beni, daha farklı yerlere savurdu.
“Tin”, felsefe, psikoloji alanlarıyla kol kolalığa dayalı farklı birliktelikler sergilediği için olsa gerek, salt onlara özgü terimmiş de işlevini bu yolla ortaya koyuyormuş izlenimi uyandıran bir kavram bağlamında görünebiliyor. Ama bunun yanında “manevi olan” anlamındaki “tinsel” söylemi görece daha geniş alanda bir yayılıma sahip oluşuyla bizi yakın planda kendisinde tutabiliyor bununla, gündelik yaşamın sıklıkla başvurulan sözcüklerinden biri oluyor çünkü böylece.
“Çağın tini” derken, çağı o çağ yapan, neyse bu artık, o şey yapan ruh öne çıkarılıyor burada. Buna “öz” anlamında ayırıcı yan olarak nelik, nitelik ekleniyor bir çırpıda.
Ne var ki yazılı kültürün aktarılması anlamında “yazı”nın dünyadaki konumu çok yeni. Buna karşın, bunca kısa yazılı kültür tarihi içinde çağların birbiri ardına sıralanışında büyük bir hız ve tartım değişimi yaşandığını söyleyebiliriz. Böyle olunca bir çağ, kendi tinini ortaya çıkarırken daha, sonradan gelecek çağın da tini enikonu kendini duyurmaya başlıyor. O zaman yaşanmakta olan çağın içinden yeni bir çağın doğmaya koyulduğu, kısa süre içinde bu çağın bütün yaşama alanlarını kaplayacağı da görülebiliyor.
Bu yanıyla matruşka bebek benzeri diyelim makro tinlerin merkeze dışa doğru birbiri içinde barındığı o büyük evrenin varlığını görmemek olanaksız. Bunların içinden çıkan mikro evrenlerin de kendi içlerinden çağın, çağların tinini, tinlerini çıkararak atomsal tin yapısıyla bunu sürüklediği, belli bir yörüngeye oturttuğu da pekâlâ kestirilebilir.
Hadi örnekleme için dayanak yapmak üzere aktarayım, ilk yazılı kurmaca metni Homeros’un İlyada’sı diyelim, ardından gelecek ve bütün çağları etkileyecek yazılı metinler de kutsal kitaplar olsun. Aralarında binli rakamlarla dile getirilebilecek bir zaman farkı var diye düşünülebilir. Ne ki sonradan sonraya farklı çağlar, artık aralarında binli yıllarla değil yüzlü yıllarla birbiri üzerine yığılıyor, sonraları çağların temsilinde bu yüzlü yıllar da onlu yıllar olarak kendisine yer açıyor.
O halde burada çağın tini, öteki çağların tini, tinleri çağlar ötesi bir tinle buluşabilmeli, ne olsun, nasıl adlandıralım dersiniz, evrensel tin mi diyelim sözgelimi buna, ama o zaman da Hegel’in “geist” kavramına benzer bir durumla karşılaşabiliriz, en azından tanrısal bir iradeye çıkarabilir bizi çünkü, ki o zaman da anlamsal amacın dışına atılırız hep birlikte.
Kutsal kitapların enikonu getirmeye çalıştığı da bu değil mi; değişmezlik getiren bir tin gerçekliği. Aslında mitolojinin de bir açıdan yapmaya çalıştığı buydu; değişmez bir tinin gerçekliğine taşıyordu çünkü bu bizi, bu yüzden “mitolojik çağlar” olarak adlandırmamış mıydık zaten o dönemi?
Oysa günümüzde altı çizilebilecek “çağın tini”, bize dönemin ruhunu ele veren, onu anlamaya yarayacak bir rehber enikonu. Ama nasıl bir rehberlik bu, çağdan çağa değişen, her çağ için yenilenerek önümüze gelen değişken bir rehberlik türü.
Çağ değişirken, bu çağları değişmez bir çağ tiniyle adlandırmanın olanağı yok demek ki. Kemal’in söylediklerinde “çağdışı” kalmanın anlamı da bu zaten.
Evet, hangi çağda yaşarsanız yaşayın, çağın tinini yakalayacaksınız, hele yazıyorsanız, ancak çağcıl olmanın saltık bir yolu bu, bu çağın tini peşinden hep ona takılmış halde tin tin giderseniz de “çağdışı” kalacağınızı unutmayacaksınız hiçbir zaman.
Bu hesapla gerisi size kalıyor.
İster Boccaccio ya da Dede Korkut hikâyeleri olsun ister Maupassant ya da Mansfield veya Çehov ya da Poe isterse Sabahattin Ali ya da Sait Faik öyküleri…
Bun yazarlara, onların kaleme getirdiği hikâyelere, öykülere nereden nasıl bakmanız gerektiğini biliyorsunuz diyebiliriz artık.