ÇOKSATARLIKTA SIRADANLAŞMA…
M.Sadık Aslankara
(23.11.2023 YAZISIDIR.)
Üstün Dökmen, son sıralar yayımladığı birbirinden güzel çözümleyici yazılarından birinde, “Sanat sanat için mi toplum için mi,” türündeki o bildik sorudan kalkarak “Reyting mi önemli sanat mı?” sorusunun önüne getiriyor bizi.
Dökmen, şöyle diyor yazısının bir yerinde:
“Günümüzdeki televizyon dizilerine baktığımızda artık adeta, ‘sanat, sanat için mi, toplum için mi yoksa reyting/para için mi olmalıdır’ sorusu var gündemde. Bu soruya hiç kimse açıkça para sanattan ve toplumdan daha önemlidir cevabını vermez ancak bazı dizilere baktığımızda reytingin yani paranın her şeyden daha önemli olduğu izlenimini ediniriz.” (Cumhuriyet Pazar; 05.11.2023)
Yapıtlarıyla çoksatar konumundaki yazarlarımızın hiçbirini, Üstün Dökmen’in yazısında geçen, sanatın para için yapıldığı, bu nedenle ucuzlaştırıldığı söylemiyle yan yana getirmeyi doğrusu ya kendime yakıştıramam.
Çünkü o zaman sözgelimi, bizde kitap satışları kadar, tüm ülkeye yayılmış kütüphaneler veya ödünç alınıp verilen ya da toplu okumalar yoluyla vb. okur başına düşen birim kitaplar veya okuma eylemi dikkate alındığında Türkçede ilk sırada olduğunu gösteren, pekiştiren veriler nedeniyle Çalıkuşu’nu, yazarı Reşat Nuri’yi de suçlamak anlamına gelir ki bu, bu da apaçık hadsizlik, densizlik, terbiyesizlik olur.
Ancak çoksatarlık, aynı zamanda çok okunurluk anlamına geleceği düşüncesiyle buna değgin somut ölçünün ne olabileceği konusunda bir nirengi de olsun isterim önümüzde. Aynı şekilde ülkemizde yediden yetmişe hemen herkesin bildiği kestirilebilecek “Sordum sarıçiçeğe” ilahisinin şairi Yunus Emre’yi de günümüzün bu aykırı deyişiyle eşlersek, böylesi bir düşüncenin peşine takıldığımızda ne yanıt verebiliriz buna?
Az önceki iki örnek de bir “çoksatar” nitelik taşımakla birlikte tüm toplumda karşılık bulmuş, bireysel-toplumsal ahlaksallık anlamında örnekçeye dönüşmüş birer nirengi kuşkusuz. Yunus Emre halk şairliğinin, Reşat Nuri halk romancılığının dorukları çünkü. Bırakın halkla aralarında kopukluk olduğu türünden tuhaf, saçma yaklaşımı, her ikisinin de edebiyat kadar bütün alanlarda birer idol olarak yaşamayı sürdürdüğü öngörüldüğünde büyüklükleri o zaman kavranacaktır ancak.
Günümüzde de buna uygun, yukarıdaki örneklerle örtüşecek biçimde azımsanmayacak sayıda çoksatar gösterilebilir, kuşku yok, yine kuşku yok ki halkın birey olmaktan çıkıp kitleselleşmeyle birlikte sürüleşerek güdüldüğü dönemler de olmuyor değil. O zaman bu insanların böyle birbirine baka baka karardığı, hep birlikte aynı akıntıda sürüklendiği, kendisine sunulanla yetinip, sanat bağlamında anlayışının bununla sınırlı kaldığı olabiliyor. O zaman esintiye göre dalgalanıp böyle ucuz, sığ, derinliksiz körlemesine bir gidiş sergileyebiliyor insanlar. Böylesi zamanlarda kitleler, kendilerinin yanı sıra sanatı, sanatçıyı da alabildiğine sıradanlaştırıyor.
Siyaset, futbol gibi kitleselleşme hastalığına, bulaşına yakalanma olasılığı alabildiğine fazla olan alanlarda böylesine ucuzluklar görülebiliyor ne yazık ki.
Ne ki sanat da bu alanlardan biri; edebiyattan dansa, tiyatro sinemaya, resimden heykel müziğe bütün dallar için geçerli bu.
Her okurdan bir sanat alımlayıcılığı beklenemez, ama okuru bir futbol kulübünün taraftarı, bir partinin seçmeni gibi alıp kitleselleştirerek düzleştiren, böylesi bir güruha amigoluk yapıyorcasına onu değersizleştiren tutumla da kol kola olmamalı yazar.
Yazar, bir ölümsüzlük savaşı veriyor sanat yaparak, ürettiği yapıt da onu ölümsüzleştirecek bir büyü gereci bir yanıyla. Genel bakışla, yaklaşımla yaygın anlamda böyle olduğu bilindiği için söylüyorum bunu, o zaman amacı, aranır olmak, yapıtıyla anımsanırlığını sürdürmek değil mi yazarın?
Bir an gözünüzü kapatıp bugüne dek okuduğunuz çoksatar konumundaki kitapları, bunların yazarlarını geçirin belleğinizden. Bu okumalarınızdan neyi, neleri anımsıyorsunuz, kabaca da olsa bir bellek yoklamasına girişin, bunları yeniden okuma gereksinimi duyup duymadığınızı tartın, hangi yanıyla sizde kaldığını, unutulmazlaştığını bulmaya çalışın bu kitapların.
Tabii gerçekten böyle düşünüyorsanız bu konuda. Öyle ya, gerçekten okuduğunuz çoksatar konusunda bu tür sorular yokluyorsa eğer belleğinizi, bunları da sormanız gerekmez mi o zaman kendinize?
Tabii çoksatarlık değil çokyaşarlıksa, kalıcılıksa sanatta aranan, eğer ölümsüzlüğe bir meydan okuma bağlamında alınacaksa sanat. Ama öyle değil de bir açıdan tüketim paydaşlığına dönüşmüşse bu, reklamı yapılan bir ürünü alıp o ürün üzerinden duygudaşlık bağı kurup uçucu bir mutluluk derleniyorsa bundan, bu sorular saçmalıktan öteye bir yere götürmeyecektir sizi.
“Klasik” olarak nitelenen yapıtlar, arada bir yoklar sizi, diyelim romansa bu, karakterin bir tutumu, davranışı dürter, romanın içinde yaşamayı sürdürürsünüz bir biçimde. Üzerinden yıllar geçse de romandaki bir bölümceyi yeniden yeniden anımsamaktan alamazsınız kendinizi. Karakterle çatıştığınız, söyleşip tartıştığınız olur hatta, çünkü klasik yapıtlar, bu tür ya da buna benzer nitelikleriyle canlılıklarını, soluk alıp vermelerini sürdürür kişinin hayatında. Bugün yazılmışçasına, marketteki çoksatar dizilerinden çekilip alınmışçasına, eve dönüldüğünde başlanıp okunmaya, bitirilivermişçesine tazeliğini sürdürür.
İşte o zaman çoksatarlık yerine çok okunurluğu yeğlersiniz, bir yapıtın çok okunurluğu da yetmezleşir giderek, aranırlığı, ah, çıkagelse de görüşsek dediğiniz bir dost gibi gereksinim duymayı özlersiniz yapıta yönelik, işte odur sizin aradığınız.
Ötekilerse terk etmiştir zaten sizi. Terk etmeyen bir bu kalmıştır, salt bu.