CUMHURİYETİN OKURYAZARI VE ÖYKÜMÜZ…
M.Sadık Aslankara
(15.12.2022 YAZISIDIR.)
Önceki yazılarımın özeti bağlamında, son ikisini harmanlayıp şöyle bir önermeye varabiliriz:
“Cumhuriyet, öykümüzün ulaştığı bugünkü düzeyin ana dayanağı olarak öyküde bir okur pınarı da yarattı aynı zamanda.”
Gelin şimdi, en baştan kuralım şu hikâyeyi…
Öykü ve roman, kitle şemsiyesi altında birilerinin akıl tokmağıyla yola çıkanların ve buyurganın vesayeti altında birer kul haline gelip adeta robota dönüşenlerin değil, özgür iradenin yansıması olarak kişiliğini gerçekleştirebilen bireyleşmiş insanların kendi çabası ve hüneriyle okuyup alımladığı yazınsal türler.
Bu eylem diyalektiğinin yaşama geçebilmesi için okuryazar kişide aranacak tek ölçüt bireyleşmiş kişilik yapısı olacaktır, o kadar.
Söz konusu olgunun toplum katında gerçekleşebilmesi, aslında “aydınlanma çağı”na varılmış olmasını zorunlu kılıyor kuşkusuz. Geriye dönüp şöyle kabaca gözden geçirecek olursak örneğin Boccaccio’nun Decameron adlı öykü yapıtının, Cervantes’in Don Kişot adlı romanının, aklın dogma karşısında özgürleşip bağımsızlaştığı aydınlanma çağının da birer simgesi anlamında ortaya çıkmasını rastlantı saymak olası mı?
Öykü, roman, aydınlanma çağı yaşanmasa da yazılabilir. Nitekim yoğun baskı dönemlerinde özgürlüklerin kısıtlandığı, her türlü düşüncenin, eylemin raptı zapt altına alındığı ya da alınmaya çalışıldığı koyu karanlık dönemlerde nice değerli öykü-romanın yazıldığını biliyoruz, böyle yapıtların yazılabildiği bilgisi, bu gerçekliği apaçık ortaya koyuyor.
Bilimde erken buluşlar olgusuna benzer biçimde sanatta da “erken” olarak nitelenebilecek çağlarda kaleme alınan öykü-romanlarla karşılaşılabilir pekâlâ.
Önemli olan bu yapıtların verimlenişi kadar okur tarafından alımlanışı büyük önem taşıyor, hatta denebilir ki sanat yapıtının temel dayanağını bu yönde kitlesel taban belirleyip pekiştiriyor. Aksi halde herhangi etkileşim ortaya çıkmamışsa eğer, bu yapıtın varlığından söz etmek de bir ağırlık taşımayabilir.
Nitekim aklın özgürleştiği böyle bir çağın hendesesinden geçmiş birey çoğulluğu yoksa eğer yazılan öykülerle romanları kim nasıl karşılar, bu soru da ortada öylece kalakalacaktır. Öyle ya, öykü-roman, aydınlanma sanatı yapıtlar olarak okurundan kendisini yeniden kurmasını bekleyecektir kaçınılmaz olarak.
Öyleyse öykü-roman her yapıtın, aydınlanma çağıyla başlayacağı öngörülen okur-yazar etkileşimi yaşanmadan, bu zincirleme etkileşim ortaya çıkmadan yapıtların buna dönük bireysel-toplumsal işlevinden söz edebilmek neredeyse olanaksız hale gelebilir.
Bizden bir-iki örnekle sürdüreyim.
Öykücülüğümüzün ilk önemli adı Ahmet Mithat, kuşkusuz hikâyeler yazıyordu ama onu kim anlıyordu, hangi okurda karşılık buluyordu ve kitlesel anlamda kaç okurla karşılıklı bir etkileşim doğmuştu aralarında?
Bu kadar geriye gitmeyelim.
Oğuz Atay, yuvarlamayla elli yıl önce ilk verimleriyle ortaya çıktığında herhangi etkileşime yol açabildi mi?
Ama n’oldu?
Ahmet Mithat, kendi zamanında değil yüz elli yıl sonra bugün daha çok tanınıyor ve okunuyor.
Oğuz Atay, elli yıl önce bir etkileşime yol açmış değildi ama günümüz 1990 Kuşağı öykücü-romancılarının öncü yazarı olarak yapıtlarıyla toplumda tam anlamıyla bir karşılık bulabiliyor günümüzde.
Bunların yaratıcısı hiç kuşkusuz cumhuriyet.
İki somut örnekle sürdüreyim.
İlki Halkevleri, ikincisi Köy Enstitüleri gerçeği.
1930’larda başlayıp 1970’lere dek yaklaşık kırk yıl boyunca yoğun etkimeyle cumhuriyet tarihine de damga vuran bu olgunun üzerinde durulabilir. Çünkü kendileri de şiir, öykü, roman vb. yazınsal türlerde kalem oynatabilen, ama daha çok yazarlarca kaleme getirilen öykü-roman karşısında hemen etkileşim zinciri oluşturup onları da bu halkanın içine alan on binlerce Halkevcinin, Köy Enstitülünün varlığı, cumhuriyetle yaşanan aydınlanma devriminin bir sonucu kuşkusuz.
Halkevciler 1930’lardan başlayıp 1950’lere, Köy Enstitülülerse 1950 sonlarından 1970 başlarına uzanan evrede, bir yandan öykü okuru olarak öte yandan her biri yazınsal türlerde kalem oynatan, hiç değilse bir iki öykü karalamış kişiler olarak bu süreçte etkin rol üstlendiler.
Bütün bu kitlesel okur kesimleri, aydınlanmanın öykü düzleminde katkısının somut birer örneği, canlı tanıkları halinde cumhuriyetin öyküye dönük bireysel-toplumsal işlevinin de göstereni haline gelmiş oldu kuşkusuz.
Bu yüzden Ahmet Mithat, kendi yaşadığı Osmanlı toplumunun tebaa yaşamı süren insanıyla değil, cumhuriyetin yurttaş haline getirdiği aydınlanmış birey tarafından daha derinden tanınıp kavranıyor, yerli yerine oturtulabiliyor.
Aydınlanmış okur oluşmadan da siz, bireysel çabanızla aydınlanmış yazar kimliğiyle öykü kaleme alabilirsiniz. Ama bu metinlerin okuru olmadan, yazdıklarınız herhangi işleve sahip değildir yine de.
Günümüzde öykünün on binler, yüz binlerle ifade edilebilecek okuru varsa eğer, biz bunu öykü okuru varlığına borçluyuz aynı zamanda.
Eğer öykümüz, öykücülüğümüz her geçen gün biraz daha gelişip böyle yüksek bir düzey sergiliyorsa, okuru yazarıyla bunu cumhuriyete borçluyuz diyebiliriz gönül rahatlığıyla.
Cumhuriyet, yarattığı aydınlanmayla yalnız öykü yazarını değil, öykü okurunu da eylemli hale getirerek bu düzeyin alabildiğine yükselmesini sağladı.
O halde cumhuriyet salt kimsesizlerin değil öykümüzün de kimsesi!