SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Edebiyat Bizim Neyimiz…

M.Sadık Aslankara (27.7.17 yazısıdır.)

Başkalarının yazdıklarını da kendi yazılarımmış gibi alışım mıdır yazının bende süregiden büyüsü? Bu yüzden midir her yazı, benim elimden çıkmış da uzantımmış gibi durur karşımda?

Demek hiçbir yazının okuru olmamışım ben. Dünyanın bütün yazıları hep benim kalemimden akagelmişçesine duruşum bundan kaynaklanıyor besbelli.

Yazı, benim uyanıklığım, yaşamsa uyurluğum, uyarlığım, kısaca aldanışlarım… Hayat ya da bunun bana düşen payı olarak yaşamım, işte bu yazının aynasındakiler bir bakıma.

Uyanışım, kuzuların otlakta sere serpe yediği otları dinlenme ânında sindirişine benzer gevişim benim. Yazarım, yazarken hem yeniden düzenlerim yaşam döngümü ayrıntılarıyla, hem de dünyanın bütün yazarlarını yeniden yazıp uyanış halkamı genişletir, dünyanın bütün yazarlarını cebimden çıkarırım…

Bundandır, dünyanın her yazısının kalemimden dökülüşü… Kendimi her an, her an yeniden yaratabiliyorsam, dikili ağaç gibi dünyayı bir güzel esenleyebiliyorsam bundan işte…

Ya okumasaydım; yaşamıma, o büyülü muskayı yani okuma edimini koymasaydım n’olurdu? Dünya bensiz kalırdı, bu önemli değil! Ama ben dünyasız kalırdım; dünya, hayat, yaşam benim için “gerçek” olmaktan çıkardı.

Edebiyat kendimi değil yalnız, hayallerimi de gerçekleştirebildiğim tek yurt.

Olmasaydı edebiyat ya nasıl yaşayacaktım? Nasıl görecekti gözlerim, duyacak mıydı bakalım kulağım? Hepimiz körüz, sağırız; edebiyatsa bizim iç gözümüz. İç sesimiz. Hayat karşısında güçlüysek eğer, bu biraz da edebiyat sayesinde.

Şu dünyada bağışıklık sistemimizi güçlendiren kaynak sanat, en başta edebiyat. Çünkü sözcükler, büyülü muska, bizi dünyanın hem içine çekebiliyor hem de dışına çıkarıyor. Zaten insanoğlunun adlandırmayı, sözcükleri buluşu, dil dizgesine geçişi, bunu yazıya geçirişi, sonrasında bundan şiirler, öyküler, masallar, destanlar ortaya döküşü, insanı, büyüsünü kendisi yaratan varlığa dönüştürmüyor mu?

Evet, insan düşünen, gülen, oynayan, konuşan bir varlık, tamam, ama aynı zamanda edebiyatıyla kendi dünyasını büyülemeyi başaran da bir varlık…

Yazılmasaydı, deniz mi olurdu deniz, orman orman mı, ya aşk aşk mı olurdu yazılmasaydı, biz onu nasıl tanırdık o zaman?

Dünyayı da, kendimizi olduğu gibi edebiyatla, onun araladığı perdeden onun omuzlarında yükselerek izlemiyor muyuz?

Bırakalım da şunu bunu kendimize dönelim biz yine. Kendimizi tanımasaydık ne yapardık peki? Sus pus kalmaz mıydık yerimizde?

Hayır, bu kadar kötü değil durum elbette. Hâlâ bir şeyler yapılabilir çünkü. Mağaralar var dağlarda…

Çıkıp mağaralara, tarih öncesi çağlara geri dönmemiz işten değil. Kimbilir belki yeniden başarırız duvar resimleri yaparak kendimizi dile getirmeyi, ifade etmeyi… Belki işaretlerle, simgelerle bir dil de oluştururduk. Sonra yazıyı keşfederdik. Sonra ne mi yapardık?

Nereye getireceğim sözü…

Yola çıkıp da milyon yıllık uzun atlamayla bugüne konduğumuzu düşünerek kendimize böylesi ıraksak yakınsak merceklerle de bakabiliyor muyuz geldiğimiz aşamada, soruna bir de bu açıdan bakalım hadi…

Bir alaturka-alafranga yazarlık, öteden beri süregeliyor. Bunun, cumhuriyetin ilk Anadolu Aydınlanması yıllarında görece ortadan kalktığı düşünülebilir bir ölçüde. Belki İstanbullu-taşralı idi en çok o dönemde yazarlar. Oysa özellikle 1980’den sonra yeniden böyle bir yarılma egemen hale geldi yazınımızda. Artık tanzimattaki havanın bir benzeri olarak yazarlarımızın alaturka-alafranga biçiminde ayrıldığını bugün görmemek için kör olmak gerek!

Başarılı her erkeğin ardında bir kadın gizli, deniyor ya, günümüzde bu, başarılı her kadının arkasında bir erkek gizli, deyişine dönüşmediyse bile başka bir biçimde hükmünü yürütüyor yine de. Başarılı her yazarın ardında başarılı bir menajer gizli, üstelik kurumsal ajans boyutunda. Bugünün gerçeği bu imiş…

“Proje yazarlığı” da alanı kaplamaya başlayan konum sergiliyor artık giderek. Bununla koşut bir “elektronik yazarlık” da at başı ilerliyor…

Ursula K. Le Guin, bizde de doludizgin hale gelen böylesi yazarlık kavrayışına dönük olarak, yirmi yıl kadar önce kaleme aldığı denemesinde şöyle bir yaklaşım getiriyor:

“Yazı elektronikleştikçe kategorileri ve türleri değişecektir. (…) İnternetteki iletişimin gelip geçiciliği özel sohbettekine benzeyen bir özgürlüğü teşvik ediyor. Söylentiler, dedikodular, kesip atmalar, gayri sahih alıntılar, densizlikler, sanal âlemde engelsizce akıp gidiyor; kurmacanın da olgusal yazının da gerektirdiği becerileri ve/veya kendi kendilerine koyduğu kısıtlamaları rahatça pas geçiyorlar. Elektronik yazının sözde sözel, illa ki takma adlı, gelip geçici karakteri basılı yazılara düşen sorumluluktan kolayca el çekebilmeyi teşvik ediyor. Ama bu sorumluluk internette sahiden de uygunsuz kaçıyor olabilir. Yeni bir yazı biçiminin kendi estetiği ile etiğini geliştirmesi gerekir. Buna daha var.” (Zihinde Bir Dalga, Çev.:Tuncay Birkan, Özge Çelik, Özde Duygu Gürkan, Müge Gürsoy Sökmen, Savaş Kılıç, Metis, 2017, 109)

Peki daha ne kadar var?

Evet, ama edebiyat bizim neyimiz?

Şu uzun geçmişimizde bulguladığımız, sürekli insan olmamızı sağlayan maya değil mi o? Bu mayayı yitirdiğimizde kendimizi de yitireceğimiz, ileride belki bir “organik edebiyat” aramak için çabalayacağımız ortada değil mi?

Vay halimize… Vah ki vah…