EDEBİYATIN SANATSAL ÖZÜ…
M.Sadık Aslankara
(17.11.2022 YAZISIDIR.)
Füsun Akatlı, “Kurmacanın Gerçeğe Çelmesi” başlıklı yazısına şu sözlerle giriyor, uzunca alıntılıyorum:
“Sanatın –haydi alanı şimdilik biraz daraltalım: Özellikle de edebiyatın- türlü dallarında zaman zaman tıkanmalar yaşanır ve gözlenir. Kimi zaman çoğaltmacılık ve kemikleşme tehlikesinin çanlarını duyanlar yakınırlar böylesi tıkanmalardan; yakınanların bazıları tıkanan yolu açma ya da ‘by-pass’ yapma niyetiyle ‘alternatif’lerin peşine düşerler. Bazıları da bu tıkanma sendromunu fazla irdelemeden, abartılı sayılabilecek teşhisleri ile, kimi edebiyat türlerinin ölüm ilanını (bazen da fermanını!) yayımlarlar.
“Çoğu zaman tıbbî çağrışımlı metaforlarla belirtildiğine tanık olmuşuzdur bu durumun: ‘Roman ölüyor’, Şiire kan değişikliği gerekiyor’, ‘Öykü can çekişiyor’ gibi! (…) Oysa, etiketi ne olursa olsun varlığını sürdüren –sürdürmesi için çalışılan-şey, kendisinden ümit kesilen edebiyat (veya genel olarak sanat) türünün sanatsal özü değil midir? Ve eğer öyleyse, tükenen, ölen, can çekişen türün kendisi değil; sanatsal değeri ve dolayısıyla yaşama şansı düşük olan ürünlerdir diye düşünmek daha akla yakın gelmiyor mu?
“…[B]u çeşit düşünceler ve benzerleri, edebiyat ortamının en kısırlaşmış göründüğü dönemlerde bile, beni hep bütünsel bir umutsuzluktan geride tutmuştur. (…) Bilirim ki –kuvvetle hissederim ki diyeyim, daha doğru olacak- sanat, edebiyat ölmedikçe onların dalları-türleri de ölmez. Kimi verimli dönemlere oranla daha seyrek de olsa, sanatla, edebiyatla beslenenler, oralardan el alanlar çıkagelir, felaket tellâllarının ağzını ürünleriyle tıkarlar. Sanat dalları, edebiyat türleri, o alana katılan eserlerin niteliğiyle canlılığını korur, çeşitlenir, boyutlanır. Dışarıdan yapılacak teorik müdahaleler ve o teorilerin uygulaması niteliğindeki “alternatif”lerin derde derman olduğunu hiç görmedim.” (Füsun Akatlı; Felsefe Gözlüğüyle Edebiyat, Dünya, 2003, ss.89, 90)
Füsun Akatlı, edebiyatın ilineksel yanıyla öne çıkması durumunda ortadan kalkacağını, ancak özsel niteliğini koruması, sürdürmesi durumunda kendisinden bekleneni karşılayıp işlevini yerine getireceğini, sanatla ya da güzel olanla buluşulacağını söylüyor, denebilir.
Elbette doğru. Sorun bu yargıyı tartışmak, tartışır hale getirmek değil, yapıtın, sanatsal özün gereğini yerine getirip getiremediği kararını kimin, kimlerin, hangi ölçütlere göre, nelere dayanarak vereceği, daha da önemlisi “denetçi” havasında böyle bir kesinleme getirilip getirilemeyeceği. Öte yandan bu yaklaşım biçiminin ne ölçüde etik, ahlaklı bir tutum olabileceği.
Bu soruları, seçkincilik karşıtı bir kaygıyla getiriyor değilim. Sanat da bilim, felsefe gibi ancak alanın kurallarına, yasalarına uyularak yapılabilir. Alanın sınırları dışına da yine alanın adabıyla, kurallarıyla çıkılabilir.
Bu nedenle her ne tür olursa olsun, herhangi sanat yapıtı, kendisini sanatın özüne bağlı görmek, onu kabul etmek, buna uymak zorunda, öteki türlü alan dışı kalır ki, ortada sanat da olmaz zaten, kaldı ki şiir, öykü, roman olsun, olabilsin.
Şu da var, sanatın özü-edebiyatın türü, sanat felsefesine göre saltık nlamda bir ilişkileniş yanında aynı zamanda bir yazar-okur (verimleyen-alımlayan) ilişkisinin yaşanacağını, bununsa birey-toplum işleyişi egemenliğinde gerçekleşeceğini gösterir kuşkusuz.
Sanat, kimi toplumlarda büyük baskılar görebiliyor hatta tümüyle baskı altına alınabiliyor. Sözgelimi otoriter, totaliter yönetimler altındaki toplumlar, bunun süreğen sıkıntılarını yaşıyor ve o zaman sanatsal bir yaşamdan da söz edilemiyor. “Sanatsal yaşam” derken sanat yapılabilen değil, sanatın bir biçiminde gündelik yaşam içinde gezinebildiği bir anlayışı kastediyorum. Ama ne yazık ki “biat” toplumlarında devletler veya siyasal erk, toplumlarını çağ dışı yaklaşımla sanattan koparmak için kimileyin özel çaba bile harcıyor. Çünkü sanatın ille özgürlüğü gereksindiğini biliyor, sanatlı yaşamın da toplumsal kavrayışları geliştireceği kaygısı duyup bunun önünü kesmek istiyorlar.
Böylesi sert tutumlar bir süre için sanatı toplumdan uzaklaştırabilir, ancak sanatsal özüyle oynanan, diyelim neredeyse GDO’lu ürünlere benzetilmiş bir sanat, yalnız topluma değil sanatın kendisine de büyük zarar verebilir.
Bu yüzden özen, dikkat gerekir.
Füsun’un yazıda sözünü ettiği, “kurmacanın gerçeğe çelmesi”, aslında gerçekliğin dışlanması veya gerçekliğe sırt dönülüp olgunun önemsizleştirilmesi değil, bunu daha iyi gösterip ortaya koyabilme çabası, kurmacayla yani yazarın hünerli uydurmaları, diyelim yalanları, yakıştırmaları, dolambaçları aracılığıyla sanatsal özü daha derinden, somut yakalayabilmek, o kadar!
Bu durumu yani “sanatsal öz” olgusunu, gelin Selim İleri’nin bir anı yazısı okuyup sonrasında yeniden düşünelim. İleri, “Sabahattin Kudret Aksal’ın Sezgisi” başlıklı anı yazısında bakın neler aktarıyor:
“… Şair ağır ağır konuşuyordu. Sözcükler hepimizin sözcükleri gibi olmuyordu artık, adeta yalnızca onun, şairin sözcükleriydi.” “.. ‘Değişen’ edebiyattan konuştu, değer yitiminden. “Bundan sonra para kazanmak için yazılacak…’ dedi. / Para ve edebiyatı yan yana düşünemiyordu bile. / Şiirin git git geri planda kalacağını söyledi. / ‘Siz’, dedi, kendinizden sonra gelenleri okuyor musunuz?’ / ‘Okuyorum’ dedim. / ‘Dilde incelik, dil için çaba yakalayabiliyor musunuz?’ / Şaşırdım. Ne cevap vereceğimi bilemedim.” “Yakın gelecekte sözdiziminin, sentaksın, ‘Türkçe’ sözdiziminin bozulacağını ileri sürdü. / Böylece edebiyat, Aksal’ın seçtiği sözcükle ‘yazın’ gerçek bir sanat olmaktan çıkacaktı.” “Ve gün gelecek, yazın adamları kişisel yalnızlıklarının ötesinde, ‘yok ediliş’ yalnızlığını da yaşamak zorunda kalacaklardı.” “Önsezisine, öngörüsüne şaşmamak elde değil…” (Cumhuriyet, 9.8.2002)
“Sanatsal öz” derken bakın nerelere geldik.
Demek ki sanatsal özden pay almayan, buna yaslanmayan bir yapıt, diyelim şiir, öykü, roman, sanat yapıtı olabilir mi bu durumda?