SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; GELECEKTEKİ ÖYKÜMÜZ ÜZERİNE

GELECEKTEKİ ÖYKÜMÜZ ÜZERİNE…

M.Sadık Aslankara
(8.12.2022 YAZISIDIR.)

Bilim, düşünce alanında olduğu gibi her sanat dalında da mayalanmanın ana bileşeni, katıksız bir “özgürlük” hep.

Önceki yazımda şöyle demiştim:

“Bütün bunlar, hiç kuşku yok ki cumhuriyetin, insanımızı bireyleştiren gücüyle ortaya çıktı ve cumhuriyetin sağladığı olanaklarla yurttaşlar, sıradan birer “küçük insan” da olsa kendi hikâyesine kavuştu. Özetle her bir insanımız, kendi kişisel hikâyesinin insanına dönüştü, üstelik birbirinin hikâyesini de paylaşır ve yayar hale geldi aynı zamanda. / Bu, tüm toplumun geçirdiği muazzam bir değişim ve dönüşümdü elbette. ‘Anadolu Aydınlanması’ olarak anılan olgu da bunu, bütün bunların hikâyesini anlatıyor işte.”

Kimileri yadırgayabilir bu düşünceyi. Ne var ki gerçek ya da doğru bu. Bunun tartışılacak bir yanı yok, aklı başında bir öykücü oturup düşündüğünde, gerekçeleriyle birlikte kolayca varabilir bu sonuca.

Bu kadar da değil üstelik.

Cumhuriyet, aynı zamanda öykümüzün ulaştığı bugünkü düzeyin ana dayanağı. Yaşanan özgürlük ortamı, öykünün yayılma olanakları bir yana eğer bugün köylüsü kentlisi, kadını erkeği, yaşlısı genciyle her kesimden yurttaş / birey öykü yazılabiliyor, yazdıklarını paylaşırken başkalarının yazdıklarıyla buluşabiliyorsa, bu doğrultuda yazan-okuyan bağlamında ortaklık kurulup alanda geçirgenlik sağlanabilmişse bunlar da yine hep cumhuriyetin sayesinde.

Şimdi diyelim Ahmet Mithat’ı, Ömer Seyfettin’i, Hüseyin Rahmi’yi, Halit Ziya’yı, Reşat Nuri’yi, Osmanlı dönemine oranla herkes çok daha iyi tanıyor.

Sorun, bunca tanınmışlıklarına, yaygınlıklarına karşın onların yeterince tanınıp tanınmadığı, daha doğrusu okunup okunmadığı.

Gelin biraz daha yakından bakalım konuya.

Osmanlı’da doğup ölen öykücülerimizin yanında Osmanlı’da dünyaya gelip ilk verimlerini bu evrede veren, yaşamını cumhuriyette sürdürüp hayattan ayrılanlar da var. Bu yazarların tümü de Osmanlı’daki tanınırlıklarıyla karşılaştırılamayacak oranda yaygınlığa, okunurluğa sahip bugün cumhuriyette.

Sorun, günümüz öykücülerinin, daha çok da geleceğe doğru tam bir kararlılıkla ilerleme istenci içindeki genç öykücülerin, yazarlıklarında emin adımlarla ilerleme arzusu gösterdikleri halde bu yazarlara karşı sergiledikleri tutumda yatıyor bana göre.

Şimdi konuyu, daha ayrıntılı bir biçimde ele alıp değerlendirelim.

Genç öykücülerimiz, adlarını andığım veya bu çerçevede adları anılabilecek pek çok yazarımızı biliyor elbette, bundan asla kuşkum yok. Haklarında, öykücülükleri konusunda üstünkörü bilgi sahibi oldukları da görülebiliyor.

Ancak her yazarı birinci elden okuma olanağı bulabilmiş midir acaba genç öykücüler, okyup da kendi değerlendirmelerini yapabilmişler midir, işte bu nokta belirsizlik taşıyabilir.

Oysa cumhuriyet öncesi öykücülerimizin de eksiksiz bilinmesi gerekiyor. Bu yazarların öykücülüğü, başkalarınca kaleme getirilen seçkiler, ansiklopediler yoluyla ya da yazın tarihimiz aracılığıyla değil bu kalemlerin doğrudan kendi verimleri okunarak yani içselleştirilerek öğrenilebilmeli.

Genç öykücülerin Sait Faik’i, Sabahattin Ali’yi, Haldun Taner’i, Orhan Kemal’i vb. sonra 1950 Kuşağı öykücülerini doğrudan kendi okumaları yoluyla tanıdıklarına, onlardan elde edecekleri ne varsa kendilerince bunun bireşimine ulaştıklarından zerrece kuşkum yok. Ne ki Osmanlı döneminden gelip cumhuriyette de yazarlıklarını sürdüren kimilerini gereğince tanıyıp tanımadıkları yönünde kuşkular taşıdığımı söyleyebilirim kendi payıma.

Gençlerin, öyküde daha çok kendi akranlarının verimlerini dikkate alıp onlara bakarak, yer yer bunları örnek alarak esinlendikleri hatta etkilenmelere kapıldıkları öne sürülebilir kolayca. Bunu neye dayanarak söylüyorum; okumalarımın, beni görece bu yönde düşünmeye sürüklemesinden diyeyim. Kimi de gençlerde homojen, eşdeğer bir özdeşiklik gözlediğim için ister istemez bu kanıya vardığımı ekleyeyim.

Bunun sakıncası var mı, yok elbette.

Ancak burada üzerinde durmak istediğim, kendi tarihi akışı içinde öykü verimimizi tam anlamıyla tanımadan salt kendi akranı olması nedeniyle bu öykücülere açık olup ötekilere kapalı kalmanın yol açabileceği sakıncanın altını çizmek salt, bunları paıylaşmayı gerekli görüyorum.

Gelecekteki öykümüzde böylesi belirgin yönsemeler ortaya çıkabilir.

Bu tür farklı etkilenmelerin ortaya çıkardığı yönseme, evriliş, diyelim 1950 Kuşağı öykücülerinde topluca gözlendiği üzere bütünsel ama sanatsal dayanakları eksiksiz yapılandırılmış bir tutuma dönüşürse kim ne diyebilir buna?

Ama yönseme, bir çıkmaz sokağa girer de dağılır giderse işte buna yanmamak mümkün olur mu o zaman?

Aklımdan geçenleri paylaşayım istedim ben, o kadar.