SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; GÖLGEDEN KURTULAN OKUR…;

GÖLGEDEN KURTULAN OKUR

M.Sadık Aslankara
(30.03.2023 YAZISIDIR.)

Başlangıçta yazı yoktu elbette, eylem vardı yalnız, hareket, devinim yani. Canlı-cansız tüm varlıklar, evrenin işleyişi yönünde bundan etki alıp buna göre tepki veriyordu.

Sözün, sözcüklerin bulunuşuna bile çok zaman vardı, hele yazıya, bu yazının yazınsal dile dönüşüp tomarlaşmasına, matbaanın bulunup bunların basılışına, kitaplaşmasına çok ama çok zaman vardı.

Hele kitaplar, herkesin elden ele geçirebildiği, kişinin yanında taşıyıp istediği yerde okuyabildiği kitap yok mu, çok daha yeniydi. İlkçağların kütüphaneleri düşünülürse onlardan da yeni.

Okura gelince, onlar zaten, dün ortaya çıkmışçasına yeniydi, uyuyup uyandık, okur olduk diyebileceğimiz denli yakın tarihin bir gerçekliği olarak duruyordu karşımızda.

Bu olgunun, okur-yazar ilişkisinde sivilleşmeyle örtüşen bir yaygınlaşma halinde ortaya çıkabilmesi, yukarıda kabaca söyleniveren, ancak binlerce yıla yayılan süreç sonunda yaşanır oldu işte.

Kuşkusuz önce bunlar yaşandı dünyada, sonrasında buna dönük farklı disiplinler ortaya çıktı, yazarla okuru ayrı ayrı ya da bir arada bütünlükle ele alan, sınırlarını çizip tanımlar getiren, belli kuramlara bağlayan, eleştirip yenileyen, dönüştüren…

Okur da yazar da büyüdükçe büyüdü. Ama kitap, her iki kesimin de üzerine çıkarak öyle büyüdü, öylesine somut varlığa dönüştü ki, edebiyatın yazılır-okunur, satılır-alınır nesnesi olup çıktı Pazar malı halinde, yazar da okur da onun gölgesi altında kaldı, adeta zavallı, cılız bir varlığa dönüştü.

Kendisini yaratanların üzerinde apaçık gölge yapmaya koyulan işte bu kitap nesnesi, bu yanıyla yabancılaşmaya, kendisinden olan-olmayan diye ayırıp kimini ötelemeye başladı. Kimileyin yasaklandı, tamam, ama kimileyin de yasaklayan, yasak koyan kendisi oldu.

Aydınlanma çağının güzel yazarlarıyla başlayan, okurlarca fırından çıkmış bir somun sıcaklığında karşılanan, bir kutsal mucize halinde baş üstünde taşınan kitap, sonunda neredeyse bir yabancılaşma nesnesine dönüşmüştü artık.

Böyle böyle göçlerin savaşların, açlıkların, sürgünlerin, şiddetlerin içinden geçerek günümüze geldik hep birlikte.

Peki “gölge” derken, şimdi kimlerin, nelerin üzerinde geziniyor bu gölge?

Nasıl ki her yazar, ressam, müzisyen, sözün kısası verimleyen her sanatçı, kendini görünür kılamıyor, bu nedenle kimileri gölgeleniyor, kıyıda duruyor, hatta ötelenmiş gibi bir algı çıkıyorsa ortaya, okur, seyirci, dinleyici, izleyici vb. alımlayan kesim için de geçerli bu, çünkü okur da ilk bakışta kendisini ortaya koyup somutlayamıyor.

Önümüz seçim ya, anket düzenleyen araştırma kuruluşları, harıl harıl bu işe yoğunlaşmış halde seçmen anketleri yapıp üzerine araştırmalar düzenliyor sürekli. Ama buna benzer bir yaklaşımın minnacık benzerini bile yazın ya da sanat dünyası içinde gözleyemiyoruz yazık ki; bu çerçevede ne yazar ne de okur kesimini kapsayıcı, nitelikçe hepimiz açısından yararlı doğru dürüst bir ankete rastlayamıyoruz ortalıkta.

Yazar ya da okurdaki değişimin dünyadan, bütün dünyada yaşanan gelişmelerle değişimlerden arınmış, soyutlanmış olarak yaşanamayacağını biliyoruz. Yazılı edebiyat ürünlerinin verimlenişi, matbaanın kullanımıyla yapıtların yaygınlaşıp dağılması, sonra ortaçağdan yeniçağa geçişle birlikte arka arkaya yaşanan Rönesans, üniversitelerin yaygınlaşması, bilimsel buluşlar, sanayi devrimi, derken toplumsal devrimler süreci elbette edebiyatın bütünü üzerinde derin, kalıcı bir etkiye, yönlendirmeye yol açtı.  

Bunun yanında dünyanın, ülkelerin, toplumların kendi iç koşullarının ortaya koyduğu sınıfsal, ekonomik, kültürel, etnik, dinsel, cinsel vb. bağlayıcı etkileri olduğu gözden uzak tutulmamalı. Gerek yazar gerekse okur yöneliminde, yapıtlar üzerinden yazar-okur alışverişinde bunların büyük rol oynayacağı açık elbette, ancak günümüzde belki bundan daha fazlasının, dünya egemen sistemi tarafından yürütüldüğünü unutmamak gerekiyor. Nitekim egemen sistemin rolü, etkisi çok daha baskın biçimde ortaya çıkıyor.

Egemen ideolojinin en büyük silahı, sanatsal yaratılardan aldığı esini ustalıkla kullanıp yönlendirebilmesinde yatıyor. Bir küçük sanatsal girişimi yönlendirip algı temelinde bunu büyütüp yankılandırarak tüm dünyada gezindirebiliyor.

Bunda, ilaç firmalarıyla kimi bilimciler arasında gizli bağlantılar bulunduğu yönünde öne sürülen düşünceler bulunduğu görüşü de dikkate alındığında, benzer biçimde kimi eleştirmenlerin, sanat yetkelerinin bu işte parmağının bulunmadığı, hiç mi hiç rol oynamadığı söylenemez herhalde.

Nitekim edebiyatta, Nobel edebiyat ödüllerinin üzerinde bile geçmişten günümüze kimi şaibe bulutlarının gezindiği anımsanabilir.

Bütün bunlar süreç içinde, özellikle Birinci, İkinci Dünya Savaşlarıyla da iç içe yazarı, okurun okuyabileceği, okuruysa kendisine sunulanla yetinmesi gerektiğinin öğretildiği kitap nesnesine mahkûm etti. Sonuçta son yüzyıl boyunca okur, o kadar güneşe çıkmış da sere serpe yatıyor konumundayken o da bir büyük yabancılaşma yaşıyor.

Ama şu da var; okur, dünyanın gölgesinden çıkalı ne oldu ki, ardından kitabın da gölgesinden çıkmıştı, kendini yeni baştan kuruyor, adım adım kendi gerçekliğini somutlamaya doğru yürüyordu.

Sonra ne oldu peki, dünya sözümona “küresel”leşti bu ad altında küçüldü.

Gelin şimdi bunu kendimize dönerek, bizdeki okur kuşaklarının yüzyıllık öyküsüne göz atarak okurun nasıl bir yolculuk yapmış olabileceğine yönelik konuyu deşelim, cumhuriyetin yüzüncü yıla erdiği böyle bir dönemde?

Konuyu buradan sürdürelim o halde.