İLETİŞİM DİLİYLE YAZARLIK…
M.Sadık Aslankara
(16.03.2023 YAZISIDIR.)
“Anadili”, “anadil” sözcüklerini birer kavram bağlamında temellendirmiş, böyle girmiştik konuya.
Sözlü, hatta yazılı anlatım yetenekleriyle çevrelerinde, herkesi ağzının içine baktıracak kertede öne çıkan insanlar, kurdukları her anlatıyı, kendi anadillerinin olanakları çerçevesinde daha etkileyici, güzel, hünerli kılmak için çabalar. Sözlü edebiyatın nakli anlatı geleneği içinde, böylesi hünerle kendini gösteren yok değildir kuşkusuz.
Yüksek soyutlayım gerektiren sanat, tabii bunların içinden edebiyat, birer akli anlatı anlamında yüksek soyutlayım-dönüştürüm gerektirdiğinden bilimin yaslandığı özel dile benzer bir anadil temeli üzerinde anlatı kurmak için çabalar zorunlu olarak.
Ne var ki böyle bir düzeye çıkmakta, gündelik anlaşma-uylaşma dili bağlamında kullandığı anadili yeterli gelmeyebilir, oysa ölçünlü bir anadil bu amaçla geniş olanaklar sağlayacaktır. İşte yazar, kendisini, süreç içinde yazın/sanat alanında ancak bu yolla gerçekleştirip anıt yapıtlar çıkarabilir ortaya.
Anadilinin, kullanımlık iletişim dili için temel olduğunu söyledik. Oysa sanat, bilim, felsefe vb. yüksek soyutlayım gerektiren alanlarda bunlar nasıl kuruluyorsa yazınsal üretimler de birbiri üzerine birikerek elde edilen özel dille yapılandırılır, onun içindir ki “yazınsal anlatı”, yüksek soyutlayım gerektirir yine de.
Özellikle geçmişte Sümer, Hint vb. ilkçağ kültürlerinde görülen kimi metinler, dönem toplumlarında yüksek soyutlayım olarak algılanıyordu muhakkak, aforizmik söylemler, atasözleri, deyimler vb. düşünüldüğünde bunun böyle alınması gerektiği kestirilebilir belki ama günümüzde ilkel ancak duru, yalın duruş sergilemesinin farklı bir ilgi uyandırdığı da öne sürülebilir pekâlâ.
Eva Selin, “Transmedya Ekosistemine Eleştirel Bir Bakış” alt başlığıyla yayımladığı Transmedya Kültürü (Lejand, 2022) adlı deneme kitabında, anadiline dayalı “hikâye etme”, “anlatı kurma” temeli üzerinden doğrudan bu konuya yönelmesi, bunu göz ardı etmeksizin bu kavramlarla içlidışlı olarak bizim düşünce ufkumuzu da genişletecek yaklaşım sergiliyor.
“Hikâye etme” deyişini, eylem olarak bilimden felsefeye, sanata, spora, teknolojiye, siyasaya, medyaya vb. hemen her alanda yayıla uzana genişleyen bir halkalar dizisi halinde hemen her gün kullanıyoruz. Buna göre fiziğin futbolun da, sinemanın romanın da, müziğin resmin de hikâyesi olabiliyor. Buradan kalkarak varın siz hesap edin artık, medyada milyon da laf mı kaç milyar hikâye çıkacağını karşımıza.
Eva, ilk çağlardaki iletişim örneklerinden kalkarak günümüz medya paylaşımlarına dek uzanan açılımlar getiriyor yapıtında. Örneğin, “Bizler var olduğumuz andan itibaren hayaller kurduk, hikâyeler yarattık, paylaştık ve yaydık,” (15) diyor. Araları doldurup uzun bir atlamayla şuraya getiriyor sözü: “Akıllı telefonlar sayesinde dijital ortamda üretici olmak artık tüketici olmaktan daha yaygın ve kolay.” (25)
Ardından ana konuya giriyor Eva, tanımlara da yaslanarak şunları söylüyor: “İngilizce trans ve media sözcüklerinin birleşiminden oluşan transmedianın yanına storytelling de eklenerek oluşturulmuş Transmedya Hikâye Anlatıcılığı, bir yöntemdir.” “Bir transmedya ekosisteminin temel unsurları… üç ana yapı hikâye, teknoloji ve seyircidir. …her biri değişip dönüşerek diğerini etkiler.” (31, 35)
Eva, Jean Baudrillard’a yer açııp “smülakr”a, “simülasyon kuramı”na da değiniyor, sonra “eğlence kültürünün transmedya içerikleri bizi simülasyonlarda yaşatma amacı taşımıyor. Aksine, bir gerçeklikte var olmamızı istiyor,” (26) notunu düşüyor.
Oğuz Adanır da Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler’de (Hayal Et, 2008) zaten Jean Baudrillard’ın kavrayışına şöyle yer açıyor:
“En yalın tanımıyla simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon gerçeğin tüm göstergelerine sahip olduğu halde, gerçeğin kendisi olmayandır. (…) Baudrillard’ın sözünü ettiği simülasyon…; toplumsal, politik, kültürel ve ekonomik olanı kapsamaktadır.” (14)
Bu arada Çağrı Kınıkoğlu’nun şu sözlerini de konuya ekleyip bir bütünlemeye gidebiliriz:
“Dijital platformlar, oyunu değiştiriyor yavaş yavaş. (…) Dijital platformların yöneticileri, … Orada gösterilemeyen(leri) değersizleştiriyor! … dünya öyle bir çağa geldi ki sinema da, festivaller de, paranın iktidarına karşı kendi saygınlıkları için mücadele etmek ya da yok olmak noktasına geldiler.” (Aktaran: Semir Aslanyürek; Film Yönetimi Atölyesi, H2O, 2022, “Önsöz”)
Görüldüğü gibi ilkçağların anlatı kültüründen günümüz anlatılarına geliyoruz, bunun kitleleri yeniden yoğurup yaratmakta nasıl etkili olduklarını, sonuçta kitle yaratımında nasıl başarı kazandıklarını gözleyebiliyoruz.
Başlangıçta şamandı hikâye anlatıcı, herkes bunun altından kalkamazdı, çünkü bu, hünerli bir işti, oysa bugün hikâye anlatmakta, bunu paylaşmakta yarışıyor herkes. İlkçağlarda hikâyeler birey yaratmayı olanaklı kılıyordu, çünkü ne kadar nakli olursa olsun, hikâyeci bir yolunu buluyor, anlatısıyla aklın kapısını aralayabiliyordu, bugünse herkes hikâyesi için yarışıp çarpışırken, kendileri de dâhil, kitleleri birörnekleşmeye doğru sürüklüyor.
Şaman’ın anlattığı hikâyeden nice sonra Eva Selin’in gösterdiği biçimde herkesin hikâye anlatmak için çabaladığı, ancak herkesin birbirinin hikâyesini talim ettiği bir çağda hikâye nasıl kurulabilir, hadi karar verelim şimdi.
Roman ya da öykünün, iletişim diliyle kurulup kurulamayacağı sorusuyla noktalamıştık önceki bölümleri.
Bütün sanatlar, bilim benzeri bir yolculuk sürdürerek kendini geliştiriyor.
Öykünün, böylesi çağda sıradan bir hikâyenin peşine takılması olası mı?