SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ‘İLK KİTAP’ İÇİN NOTLAR..

“İLK KİTAP” İÇİN NOTLAR…

M.Sadık Aslankara
(25.11.2021 YAZISIDIR.)

Şu birkaç gün içinde dört “ilk kitap” okudum, ikisi öykü ikisi roman. Öyküde Emre Falay’ın: Düş Değil (Yazılama, 2021), Segâh Gümüş’ün Dört Mevsim Gazozu (Hece, 2021). Roman olarak da Ayla Önal’dan Siranuş’un Mızıkası (Bilgi, 2020), Mesut Barış Övün’den Salınımlar (Alakarga, 2021).

Bunlar, yazıya geçerken okuyuverdiğim “ilk kitap”lar, öncekilerini, ileride okuyacaklarımı almıyorum. Ama okudukça ilk kitapları, bu konu üzerinde kalıcı düşünceler edinmeye koyulduğumu söyleyebilirim. Zaten yazıyı da bu kitaplar değil “ilk kitap” olgusu üzerine kaleme aldığım unutulmamalı.

Bilinen olgu; kitaplar, kendilerini sözcüklerle gösteriyor bize. Önce sözcük. Olay, kurgu, kişi şu bu ne varsa tümü de sözcükler aracılığıyla kendilerini somutluyor, sözdizimleri içinde bir görünürlükle okurun algısına giriyor, yaptığı geçit resmiyle de anlam katmanları oluşturup derken bunları bir büyük dağarda biriktiriyor, ardı sıra bütün bunlar yapıtın beyni, kavramsallık ağına dayalı atomu ya da “kozmik kara kutu”su olarak okur belleğine yerleşiyor.

Kitapların bu açıklıkta kendisini gösterebilmesi için, bunu kaleme alan kişilerin yani yazarların, işini çok iyi yapması, bunun için de yaptığı işi çok iyi bilmesi gerekiyor elbette. Yoksa yazarın yapıta dönük beklenti eşiği asla karşılık bulamaz. O halde ilk iş, sözcükler, yani dil. Çünkü büyüyü yaratan dildir, yapıtta verilmek istenen her neyse, okurda bunun karşılık bulabilmesi anlatılanlara giydirilen büyülü dille olanak kazanır ancak.

Demek ki iş doğrudan, kitabın bu etki gücüne, bundaki hünere bağlı.

Bir yazarın bunu öğrenmesi, dilin çıraklığına girip yaşamı boyunca bu çıraklığı sürdürmesi, özgün bir dil kurmaya çabalaması anlamına gelir. Yazar bir yandan kendi dilini öğrenecek, ama bu arada öğrenirken onu iyiden iyiye kendi dili haline getirecek, sonuçta yazdıklarını biricikleştirmeyi kendisi için bir yazarlık hedefi olarak belirleyecektir.

Bir yazar bu düzeye ulaştığında yani özgün, salt kendine özgü bir dil kurup yapıtlarını bu dille örüntülediğinde, onun artık ergin bir yazar haline geldiği öngörülebilir.

Ne ki bu düzeye kolay ulaşılamadığı, böylesi başarıyı yakalayabilmenin bir yazarın kimileyin belki bütün ömrüne yayılarak gerçekleştiği, ama çoğu zaman, ömründe böyle bir düzeye ulaşamadan yaşamdan kopup gittiği asla unutulmamalı.

Nitekim bütün edebiyatımızda kendi dilini kurup özgün olmayı başarmış yazar sayısının iki elin parmakları sayısını pek de geçemeyeceği öne sürülebilir.

Bu olguyu şairler üzerinden örneklemek çok daha kolay olacak. Edebiyatımızda azımsanmayacak sayıda şairin, özgün şiir kurdukları, böylelikle kendilerini öteki şairlerden ayırabildikleri pekâlâ söylenebilir çünkü.

Oysa düzyazıda böyle bir sayıya ulaşılamadığı çok açık. Her yazar, kitabını elbette güzel bir dille yapılandırıyor, buna dönük emeği görülebiliyor hemen. Ne ki bunun Türkçenin standart yazınsal dili olduğu, kitaplardaki dilin buna yaslandığı gönül rahatlığıyla söylenebilir.

Biz her yazarın, kendine özgü bir dil kurmuş olmasını, kitabında yer alan her ne varsa bunları söz konusu dile yaslamasını beklemiyor muyuz? Tıpkı şairlerde gözlendiğince…

Öyleyse edebiyatta, özelde öyküyle romanda “ilk kitap”ın ilk dosya olmaması için özel bir çaba gösterilmesinde yarar var. Diyeceğim o ki, ilk kitap, “yayımlanan” değil, tam tersine herhangi yayımlama kaygısı güdülmeden önceden tasarlanıp hazırlanmış “yayımlanmayan” bir dosya olmalı, öylece de kalmalı.

Bu yaklaşım, her zaman uygun zemin bulamaz elbette kendine, en azından her yazar için önerilemez, ancak bunun en doğru yol olduğu konusunda kendi payıma en küçük bir kuşku bile duymadığımı söyleyebilirim.

Çünkü yazara, arınmanın, somut olarak ortaya çıkıp yazın dünyasında kendine onay alıp yer açmanın, yazarlığını herkese kanıtlamanın da en tutarlı girişimi bağlamında alınabilir.

Dergilerde kalan kimi yazılar, gençlik yıllarının verimi şiir, öykü, deneme vb. ilk kurmaca ürünler, kitaplaşmadığı, kitaplaştırılmadığı zaman yazarın geçmişine dönük çok değerli birer veri olarak alınabilir, hatta kendisine yazınsal değer de katar, bunları kitaplaştırmadığı için.

Ama ilk kitap konusu çok başka. Nitekim ileriki yıllarında, yayımladıkları ilk kitapları için pişmanlık duyan yazarlar olduğunu biliyoruz, en azından pek çok yazarın yaptıkları söyleşilerde kendi ağzından sıkça duyduğumuz, “İlk kitabımdan ötürü pişmanlık duymuyorum,” türünde ifadelerin, aslında hemen tümünün, yayımladıkları ilk kitap nedeniyle bir gerginlik yaşadığı, bunun kendilerinde derin kaygı yarattığını ortaya koyuyor.

Bu yüzden “ilk kitap”ta herkes bir tamlık arayacaktır, doygunluk görmek isteyecektir. Okur da bu ilk kitabın, eline, kucağına, masasına bir mucize halinde inmiş olmasını isteyecek, belki de bunun hayalini kuracaktır. Çünkü hiçbir okur, okumak isteyeceği kitabın “ilk” oluşuna bakmaz onda mükemmellik arar yalnız.

Kişisel izlenimlerimi de paylaşmayı gerekli görüyorum bu noktada.

Pek çok ilk kitap okuyorum, ayrıca kitaplaştırılmaya hazır ilk dosyaları okuduğum da oluyor. Kimilerinden kaçamıyorum belki ama kimi dosyaları profesyonel olarak da okumak durumunda kalabiliyorum. Edindiğim izlenim, kimi yazarların, dönüp de dosyalarını okumadıkları yönünde, inanılmaz bir durum bu, ama ne yazık ki yaşıyorum bunları.

Oysa benim yayımlanan ne ilk oyunum, ne ilk öykü kitabım ne de ilk romanım birer “ilk kitap”. Bitmemişleri bir yana, bu üç türde bitmiş, hatta ödüllendirilmiş dosyalarım olduğu halde bunları yayımlamadan öylece bıraktığımı söyleyeyim yeri gelmişken.

Diyeceğim “ilk kitap” hiçbir zaman “ilk metin” olmamalı.