SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; İnsanlığın Yaratıcılığa Yolculuğu…

İnsanlığın Yaratıcılığa Yolculuğu…
M.Sadık Aslankara
(23.8.2018 YAZISIDIR.)

Sanat, ortak atadan geliyor olmalı.

“Niçin?” gibi bir soruyu önümüze çektiğimizde, sanatta, yazıda dönüşümlere göz atmak zorunluluk olup çıkıyor.

Bunun için Darwin’i yabana atmadan, bu arada Einstein’ın görelilik kuramını da dikkate alarak konuyu geliştirelim…

“İnsan nasıl insan oldu?” sorusuyla “Sanat nasıl sanat oldu?” sorusunu iç içe düşünerek girişelim kazıya.

Yaşanan tüm zamanı bir örnekleme açısından yirmi dört saat alsak, bu zamansal süreç içinde bugün, bir saniye bile etmez. Yaşanan zamanla seksen yaşındaki insanın yaşamı arasında orantısal bir bağ kurmaya girişirsek, buna göre şu bilinen tarih, yani yazılı çağlar, kişinin son bir gününün o da belki ancak bir saatine karşılık olarak alınabilir, o kadar.

Edebiyatın bugününü anlayabilmek için de geçmişe gitmek gerekiyor. Bu çerçevede insanbilimsel veriler önem taşıyor.

Tasarımlayıcı ilk insanla ilgili izlere iki buçuk milyon yıl önce rastlanıyor: Herhangi amaç için yontulmuş, bu amaca göre biçim verilip buna uygun olarak geliştirilmeye çalışılan bir taşta buluyoruz bunun izini.

Günümüzde, “Oldowan Taş Alet Endüstrisi” deniyor buna. Oldowan, Afrika’da bir vadi. Bunu yapan insan, yalnız beynini değil elini de kullanıyor. Beyindeki en yüksek temsil “el” çünkü.

Nesnelerin beyinde, insanın zaman içindeki yürüyüşlerine paralel ilerleyişi söz konusu. Beyin durduğunda ilerleme de duruyor. Beyin, bu özelliğiyle, kendisini, hesaplayabilme yetisiyle soyutlayıp bir öngörme düzeneğine dayalı örgütleyebilen hem çok kutsal hem çok hain bir organ.

Yüksek matematik işlemi yapabilme yetisi bunu gösteriyor, bu haliyle bir kahraman elbette beyin. Ama alçaklık da beynin bu yetisinden pay alıyor.

O halde yaratıcılık yolculuğuna çıkarken, yolun başında beyni korumak birinci görevi olmalı sanat yapıcının.

Demek ki insan henüz ayağa kalkmadan sanat yapmaya koyuldu. Ama ayağa kalkınca ellerini özgürleştirdi. Bu özgürlükse âdeta kendisinin tanrısı olmasına yol açtı insanın.

Bu yüzden ilkönce bedenin yansıtacağı, hareket ve ses etmenlerinin rol aldığı sanatlar ortaya çıktı. Şamanın ilk sanatçı olması boşuna değil demek ki. Şaman, yalnız ilk sanatçı değil, ilk bilimci, ilk düşünceci de aynı zamanda.

İnsan bu yüksek soyutlayıma beyniyle, özgürleştirdiği ellerin, beyin komutasında sergilediği işbirliğiyle ulaştı. Dış dünyadaki gizemi, kendisinin yüklediği gizleri tek tek çözerek harikalar yaratmaya koyuldu.

Doğada nasıl din, devlet, demokrasi gibi olgular, kavramlar yoksa bilim, felsefe, sanat gibi etkinlikler de yok. Ama bir gizilgüç halinde bunların olmadığını düşünmek de pek olası değil doğrusu.

Nitekim kimi sanat felsefecilerince, sanatın doğaya bakılarak öğrenildiği, bunun enikonu öykünmeyle birlikte ilk ipuçlarını verdiği dile getiriliyor zaten. Değerli bilimci Yavuz Nutku’nun, bu olguya değgin, “insanlığın tarihinin matematiksel fizik tarihi” olduğu yönündeki öne sürüşü, bir anlamda bütün hayatın, evrenin içinde gizli, eski dille “mündemiç” bir yasayı anımsatıyor sanki bize.

Bunun üzerinde ne denli durulsa yeridir. Buna göre insan, insan olurken doğadan gelen bir genetik kodla tasarımlamayı da aldı. Yani insan, önce insan oldu, sonrasında sanat yapmaya koyuldu değil; hem insanlaştı hem de doğadan aldığı tasarımlayıcılığı beyniyle işleyerek sanatsal yaratım sürecini de başlattı.

Günümüz bilimcileri hayvanların da ”çıkarsama” yetisi kullanabildiklerini buna göre davranış sergilediklerini söylüyor. Zaten doğadaki bütün oyunların temelinde tasarımlayıcı bir zihin devreye giriyor. Bir özet anlamında “oyun”, eşittir “yapay tasarımlama” değil midir? Aynı şekilde avlanma, yemiş toplama da tasarımlamayı, bunun için de çıkarsamayı gerektirmez mi?

Kuşkusuz iki buçuk milyon yıldan bu yana insanoğlu sanatta çok yol aldı. Ortak atadan çıkarak her bir sanat dalında olağanüstü başarılar gösterdi.

“El”den sonra “söz”e geçti.

Burada görelilik de var elbette. Bu bize, bu alandaki başarıların, görelilik kuramıyla bağlantı içinde başladığı gibi izlenime götürüyor çünkü. Buna dayalı olarak canlıdaki yöneliş, doğadan gelen genetik kodla buluştu, sonuçta insandaki tasarımlayıcılığın da önünü açtı.

Sözlü anlatı geleneği şamanın ardına eklenmiş değil hemen. Her sıçrama, biraz geriye kaymış halde başlıyor. Sözlü anlatı geleneğinde de soyutlayım, şamanın gerisinde kalıyor.

Aynı durum, yazıya geçildiğinde yazılı edebiyatta da karşımıza çıkıyor.

Edebiyat da geriden, hikâye etmeyle, anlatmayla başlıyor. Düz, sıradan bir soyutlamayla.

Konuya buradan devam edelim.