SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Kalıpçı Hikaye Doğaçlamacı Öykü

Kalıpçı Hikâye, Doğaçlamacı Öykü…
M.Sadık Aslankara
(5.4.2018 YAZISIDIR.)

Yirminci yüzyıl, bir “savaşlar yüzyılı” olarak tüm sanat dallarını, bu arada edebiyatı derinden etkilemiş oldu. Bu, gerek dünyada, gerekse ülkemizde içe dönük, kapalı, hatta karamsar bir edebiyatın yayılmasına yol açtı aynı zamanda. Bundan payını alan birey de yaşantısında, toplumsal ilişkilerinde, farklı alanlarla kurduğu bağlarda doğallığından koptu, sonuçta yaşam anlayışına yönelik ciddi bir zafiyet ortaya çıkmış oldu.

Yirmi birinci yüzyıla girmeden daha, parçalanmış ve yabancılaşmış bireyin anlatıldığı bir edebiyat, süreç içinde belirginleşti; nitekim geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren basbayağı egemenlik kurmaya yöneldi.

Günümüzde edebiyat, neredeyse distopya metinlerinden oluşuyormuş gibi bir izlenim bırakıyorsa bundan doğal ne olabilir?

Hele son çeyrek yüzyıl içinde bu durum öylesine belirginleşti ki, edebiyat, sanat, ancak böyle yapılabilirmiş gibi ortak bir kanona doğru yol aldı sanatçılar.

Bu yaklaşım bizde, 1950’lerden beri yükselerek ilerleyen öykünün yer yer bu kavrayışla örtüşmesine, ama yer yer de çatışıp ayrışmasına yol açtı. Yalnız öyküde değil sanatın bütün alanlarında büyük dönüşüm yaşanmaya koyuldu.

1950’lerden sonra 1990’larda yaşanmaya başlayan büyük değişim-dönüşüm dönemi, belki 1950 kuşağı etkisi, yönsemesinde işe koyuldu, ancak süreç içinde öykü, hikâyeden bütün bütüne kopmuş oldu. Bunun yanında günümüz öykücülerinden bir uç 1950 kuşağı geleneğini ötelere taşıma çabası sergiledi ama öteki uç onu kendi içine hapsederek yaşamasız bir kısır döngünün içine hapsetti.

Âdeta “merdiven altı” ya da “fason” üretiliyormuş havası yayan “kalıpçı” hikâye günümüzün yapay dünyasına karşılık veremiyor belki ama avara kasnak gibi algılanan öykü de anlaşılmaz bulunup hafife alınabiliyor. Her ikisinde de görülebilecek türsel yeteneklerle yeterliklerin dikkate alınması yerine birbirinde hep eksiklik arayan bir çatışmaya doğru sürükledi kendi ortamları bunarı. Bu bağlamda hikâye ile öykü entelijansiyası da hep sırtını döndü ilişkilenişe.

Çünkü dünya bu bilişim-iletişim-teknoloji çağında bir yandan mistik bir yöneliş sergilerken öte yandan bir yaratıcı ritüel odağında büyü gücü de bekleniyor kendisinden.

Sonuçta öykü, hikâyeyi, kalıpçı bir yazın paradigması yönünde sıkıştırırken hikâye de öyküyü saçmaya, dolayısıyla doğal olandan tam anlamıyla koparmaya doğru itiyor sanki.

Oysa gerek hikâye gerekse öykü, her ikisi de birbirine karşı daha olumlu yaklaşabilir, böylelikle birbirinden alabilecekleri üzerinde daha sağlıklı bir alışveriş ilişkisi kurabilirler kanımca aralarında. Bunun başarılabilmesi hikâyecilerle öykücüler arasında kurulabilecek diyalogda yatıyor.

Birbirlerini dışlamadan, ötekileştirmeden bir hikâyeci, öykücüyü anlamaya çalıştığında, bir öykücü de hikâyeciyi dinlemenin yararı ilkesinden yola çıktığında bambaşka bir düzeye taşıyabilirler verimlerini…

Bir hikâyeci, kendi değerler dizgesi yönünde hikâyeler yazarak yazınsal yolculuğunu sürdürebilir pekâlâ, öykücü de kendi yolunda ilerleyebilir tabii doğal olarak. Birbirlerinde kendilerine dönük ayna görebilseler, bu sorun da çözümlenecektir kendiliğinden. Ama ne yazık ki hikâyeci de öykücü de karşısındakine bakarken hep kendi açısından bakıyor, sonuçta kendisini ötekinin değil de kendi aynasında görüyor yine.

Oysa bunu başarmak herhalde bu kadar zor olmasa gerek.