GÖLGEDE GİZLENEN OKUR…
M.Sadık Aslankara
(06.04.2023 YAZISIDIR.)
Bir yazarın halka dönük yaklaşımla halk romancılığı, halk hikâyeciliği vb. yönsemeleri benimseyip sonuçta salt metin yazımı-metin okutma yetisine dayalı bir ilişki aracılığıyla, doğal yoldan okurla bağ kurup geliştirmesi olanaklı elbette.
Bizden örneğin Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin vb. adlar, buna dönük örnekler olarak ilk elde anımsanabilir. Bu açıdan bir yanıyla adeta okuma kışkırtıcısı olarak da alınabilecek Ahmet Mithat’ın, edebiyatımızda kapladığı yerin asla gözden uzak tutulmaması gerekiyor.
Ne ki batıda, kapitalist ilişkiler yoğun biçimde yaşanır, yayın nesnesi anlamında kitaba dönük farklı gelişimler gözlenirken bizde, edebiyatın neredeyse konuşulan halk dilinden uzak bir halde konumlanışı, batı aydınlanmasında güneşe çıkan okur yerine gizlenen bir okur oluşturdu ister istemez. Yazarlık bir yana okurluk da enikonu “tehlikeli” eylem olarak görüldü.
Nitekim kimi romanlarımızda okuma düşkünlüğü gösterenlerin çevrelerinde rahatsızlık uyandırması, özellikle kadınlarda bunun istenmeyen tutum olarak algılanışı, azımsanmayacak örnekle karşımıza çıkıyor. Böyle olunca okurluk, zaten doğası gereği gizlenen eyleme dönüşmüş hatta döneminde bu kavrayış yerleşmiş oldu.
Yukarıda andığım yazarları, bunların yanına ekleyebileceğimiz daha başkalarını yüzyıl öncenin imzaları saysak bile o günden bu yana okur-yazar yöneliminde yaşanan değişimlere, arayışlara, toplumsal dönüşümlere kabaca da olsa göz atılması gerekmez mi? Farklı yaklaşımlara yaslanarak bunlara satır başlarıyla değindiğimizde önümüze çıkan bu tabloyla ilgili neler söyleyebiliriz dersiniz, gelin kısa notlar halinde bunların altını çizmeye çalışalım.
1928-32 yılları, harf-dil devrimleri sürecinin başlaması, buna Halkevleri olgusunun eklenişiyle bir büyük çığır başlatılmış oldu. Kurtuluşu başaran kadro, kuruluş için de ödünsüz tutumla ivedi yola koyulmuş, savaşta cephe arkadaşlığı yapan bu kadro cumhuriyetin aç birer okuru olarak okuma eylemini de “komut” yönünde yanıtlayan geniş bir kesim yaratmıştır denebilir adeta.
Burada “komut” sözcüğünü seçerken bunu asla aşağılama anlamında kullanmadığımın bilinmesini isterim. Çünkü özellikle öğretmenlerin başı çektiği, sonrasında buna Köy Enstitülü bireylerin de ekleneceği nicel anlamda büyük bir kitle gerçek okuma açlığıyla, cumhuriyetin yayımlamak için her özveriyi gösterdiği hemen her yayına atılmış, kendilerinden okumaları istenen kitaplara hücum etmiştir.
Bu okurların 1900 başlarında, genel olarak 1890-1910 arasında doğmuş oldukları, 1928 sonrasında tam anlamıyla olgun bireyler haline geldikleri düşünülebilir.
Okunması için öne çıkarılan yayınlarınsa, kurucu üyelerin belirlediği, cumhuriyetle birlikte yeni değerler yönünde insanların bilmesi, ayırdına varması gereken yurttaşlık bilinci, hakkı, ödevi, demokrasi vb. konularda yoğunlaşıp bu doğrultuda aydınlatıcı birikim sağlamayı hedef alan yayınlar olduğu kestirilebilir kolayca.
Okur yapısında büyük değişimlere yol açan sonraki büyük okuma dalgası olarak Hasan Âli Yücel’le 1940’larda yaşanan büyük okuma eylemi anımsanabilir. Bu büyük dalgada önceki geniş yaygın okur kitlesinin bu kez büyük çeviri hareketinin desteğinde nitel yükseliş sergilerken bu arada yazınsal değer bakımından da belki ilk kez ciddi bir yaklaşımla yüzleştiği öngörülebilir.
Öte yandan bu çeviri çığırının yarattığı okuma eylemliliğine, bu yönde gelişen okur kitlesine 1940 Kuşağı Toplumcu Gerçekçi şairler-yazarlar kuşağının yol açtığı farklı bir okuma-okur yaratma kanalı da eklendiğinde resmi okur tablosunun sivilleşerek sürdüğü, iki okur bloğunun da eylemli aydınlanmacı nitelik sergileyip bu konumu koruduğu söylenebilir.
Yine de okur yapısındaki büyük sivil dönüşümün 1950’lerde bu tarihle anılan kuşakların öykü kadar bütün sanat alanlarına yaydıkları okur-yazar enerjisi aracılığıyla ortaya çıkıp yaşandığı, bunun bütün yurda böyle yansıyıp yayıldığı bu arada önceki yıllardan gelen okurların önemli bir bölümünün bu yeni okur yapısına katılıp uyum sağladığı rahatlıkla söylenebilir. Bunda, kurucu ilk kuşaklardan sonra aynı kökenden gelen gençlerin bu görevi devraldığı, sonuçta cumhuriyetin bütün değerlerini özümsemiş bu kuşakların gelişiyle yeni bir ivmelenmenin yaşandığı gerçeği kuşku yok ki önemli rol oynuyor.
1950’ler üzerinden çok geçmeden 1961 Anayasasının estirdiği farklı, çoksesli bir özgürlüğün yaydığı havayla yine büyük bir çeviri eyleminin daha başladığı, ancak 1940’ların görece daha tutarlı çeviri girişimine göre tutarsız, hatta popülist, pragmatist, deyiş yerindeyse adeta bir çeviri heyulasının yaşanmaya koyulduğu öne sürülebilir.
12 Mart 1971, kitaba, okumaya karşı duvar örme eylemi gibi de alınabilir. O dönemde saklanan, yakılan, yok edilen kitapların edebiyatımızda da özel bir yer tuttuğu unutulmamalı. Ancak on yıla varmadan gelen 12 Eylül’ün, bu konuda 12 Mart’a rahmet okuttuğu, onu arattığı göz ardı edilmemeli yine de.
Kitap ve okur, on yıl arayla yaşanan bu darbe-travma sonucunda yayındaki toplumsallık bağlamında bir ket vurmayla tam anlamıyla çöküntü yaşamış oldu. Bu olgu, alanın nitelikçe sarsıntılar, dalgalanmalar yaşamasına, bu bağlamda hızının kesilmesine, durağanlaşıp ağırlaşmasına yol açtı. Bu büyük değişimler sonucunda tuğla tuğla örülen okuma eylemi, tuğla tuğla sökülerek kitaba karşı vahşi bir hoyratlık beslendi, kitap düşmanlığı, kitaba düşkün okurun mimlenip cezalandırılması, 12 Eylülü izleyen yılların belirgin eğilimi oldu.
1989 sonrasında dünyayı saran “küreselleşme” olgusu bizde de etkisini göstermekte gecikmedi. Kapitalist sistem, ahtapot misali bütün emeçleriyle öteki alanlarda olduğu gibi yayın dünyasını sararken etkisi bizde de gecikmedi tabii.
1980 sonrası kitap-okur-yayın dünyasınaysa haftaya göz atalım.