SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; KİM Mİ BU ‘C.S.’…

KİM Mİ BU “C.S.”?

M.Sadık Aslankara
(8.9.2022 YAZISIDIR.),

“Yazar olmak, olabilmek için çırpınış”, buna karşılık “sona doğru” yaşanan “horgörü”; Selim İleri, C.S. (Everest, 2022) adlı öyküsünde bir yazarı, gerek kendi içinden gerekse dışarıdan kuşatıp ezen, onu yine kendi trajiğiyle yüzleştiren koygun çözümsüzlükle baş başa bırakırken bunu, âdeta tepsiyle önümüze getirip bırakıyor. “Ölümlerinden sonra göklere çıkarılanlar” da olsa bunlar “enikonu azınlıkta”dır, bunu vurgulamayı unutmuyor tabii ayrıca.

Ya sonra?

“Sona doğru kimsesiz”lik. “Dar odada kimse yok.” “Belki baştan beri.”

Sonunda yazarı bekleyen bir yazgı mı peki bu?

“Yazar olmak,” demiyor Selim yalnızca, “olabilmek,” diye ekliyor, “yazar olabilmek için çırpınış”tan söz ediyor, can havli haykırış halinde.

Tanrım, ne diyor bu Selim, “yazar olabilmek için çırpınış” diyen, edebiyatımızın bu çok değerli, önemli yazarı, sahi, gizemli o iç-sesle neyi anlatmaya çalışıyor?

Şimdi siz C.S.’yi düşünüp, onun yaşantısı, adımları üzerinden bir kurguya gidebilirsiniz, oysa Selim bize, bizi anlatıyor, şair-yazar biriyseniz hele, sizi size anlatıyor diyeceğim, nice büyük, içli eğretilemeyle.

Selim, bu yolla, “bize özgü bir tutumu sezdirmek istiyor”: “yadsımaya git git yöneliş: Onu da yok sayalım, yok edelim.”

“Geriye ne kalıyor?”

“Geçmişi değerlendirmek dendi mi, uzak durarak şairlere, hikâyecilere, hele ölmüşlerse, yaşamıyorlarsa, romancılar, oyun yazarları: Eserlerini açıkça sevmemek, bir türlü sevememek, biraz tozlanmış, tozunu silkmeli, biraz eskimiş, yıpranmış… Giderek artan doz: Hayli eskimiş, hayli yıpranmış… Zamanında boş yere şişirmişler, boş yere el üstünde tutulmuş…”

Can yakıcı, kavurucu, bir o kadar da iç ürpertici “C.S.” öyküsünde Selim, gerçektenlik olgusunu böylesi dolulukla kuruyor işte.

Bu yüzden bilinen, hepimizin tanıdığı şair, yazar C.S. değil de bir anda hiç mi hiç bilmediğimiz biri, tanımadığımız bir şair-yazar oluveriyor, böylece kendimizi alıyoruz önümüze; şair-yazar olduğumuzu düşünüyoruz, söylüyoruz; bunun için ölümüne çabalıyoruz ya, söyleyin, bizden başka kim olabilir bu C.S.?

Zaten her şeyi sona doğru görüp kavramıyor muyuz?

“Yazmak varlık sebebi”mizken, “bütün uğraşım(ız) yazmak”ken ortada kalakalmışlık duygusu yaşamıyor muyuz, yazacaklarımız şöyle dursun yazdıklarımızın bile “hepsinin dökülüşe dökülüşe dağılıp (gittiğini,) gideceğini” görmüyor muyuz?

Yazmak, yaratmak için çırpınan, bütün kaleme getirdikleri köhnemiş sayılacak bir şair-yazarı böylesi hafifseyiş, horlayış mı karşılayacak hep?

“Edebî yalnızlık” sayılamaz artık bu, düpedüz “hayat yalnızlığı” aynı zamanda. Öyle ya, bu “aklı durduran hengâmede, korkunç toz dumanda kim yalnız kalmaz ki!”

Peki, böyle bir yalnızlıkta ne yazılabilir?

“Yazılamazdı, susturan toplumun, susturan ahlâkın pençesinde yazılamazdı, bizde, burada.” “Dışa vurulmamış bir iç hayat, iç dünya söz konusu,” o halde; “üzünçler nasıl birikir, çok sonra anlaşılacaktır,” ne yazık ki.

Sonrasında Selim, odasına dönüyor, masasına.

“Soluğum kesilmişçesine bir an duruyorum. Neyi nereden nasıl onarabilirim?

“Oysa onarmak imkânsız. Hatta her şey daha da umut kıracak. En doğrusu bu öyküyü belki de hiç yazmamaktı.”

Ama, ama…

Anımsayışlardan, düşlerden geçiyoruz. Yine Selim…

“Bir an gelir, yaşanmamışçasına tekrar yaşanıyor: Yazar olmak istiyorum! Tek ülküm, bütün günler…”

Yüzümüz ıslanıyor.

“Birçok kez duydum sevdiklerimin gözyaşlarını yüzümde. Hep rüyada, ölümde, hep yitirdikten sonra.

“Dinmeyen, dinmeyecek, hiç dinmeyecek ayrılıkta.”

 

Kim mi bu C.S.?

Yazan çizen kim varsa, yalnız yazan çizen mi, düşünüp üreten, sanat-bilim yapan herkes…

Kestirmeden hepimiz birer C.S.’yiz, yaşayadurduğumuz şu zavallı dünyada.