Kurmacayı Kendi Ben’imizle Yüceltmek
M.Sadık Aslankara
(13.9.2018 YAZISIDIR.)
Yazarlıkta en büyük hüner nedir diye sorulsa yanıtım herhalde, yapıtın her ânında, her soluğunda arafta olabilmeyi başarmak diye yanıtlardım sanırım.
Bu şu anlama geliyor: Yapıtta hem kendiniz olacaksınız hem de uzağında kalacaksınız, bu tutumu baştan sona sürdüreceksiniz.
Bu bir yazarın, hem mikroskobik hem teleskopik göze sahip olması, kendi operasyonunu yapabilen hekim olması, bir otomobilde hem sürücü hem yolcu olmayı başarması, bir sevişmede hem kadın hem erkek olmayı becermesi gibi anlam çoğulluğu, zenginliği gerektiriyor, konuyla ilgili kavramsal açılım sağlayabilmek için.
Bir oyunda, nasıl doğrudan hem kendimiz hem öteki / ötekiler için kurgulara gidiyorsak bir metnin dolantısı da bunu hakkıyla başarmayı zorunlu kılıyor yazar için. Yapıtın biricikliği de özgünlüğü de bunu gerektiriyor tartışmasız biçimde.
Bir yandan hile yapmamaksızın oyunun kurallarına uyacaksınız, öte yandan paydaşlıklarıyla bundan herkes aynı tadı alacak, başta oyun kurucu konumdaki yazarın kendisi, sonra metinde kurulu oyun evreni, karşımıza çıkan oyun karakterleri, ilişkiler ağı, kurgusal akış, ulaşılan sonuç derken oyuna ilgi gösteren her cins, sınıf, yaştan okur…
Huizinga’nın Homo Ludens adlı yapıtını hep önermişimdir öteden beri. Ben, “oyun”un insan yaşamı kadar tüm canlı varlığın yaratıcılığını tetikleyen etkileyici öğe oluşu yanında canlı-cansız tüm varlıkça da odakta olduğu düşüncesindeyim kendi payıma. Güneş, hava, su üçlemesinin, bunlar çevresine yayılmış canlı cansız her ne varsa, onlar için oyun ebeliği yaptığı öngörülebilir kanımca.
Buna göre “yaratıcı ben”, oyunu tek başına kurmuş görünse de doğadan alınan tasarımcı ruh başta olmak üzere oyun yani metin, paydaş konumdaki canlı cansız her öğenin katkısıyla hayata geçer, işlerlik kazanır. Bu doğrultuda en küçük aksama oyundaki büyünün bozulmasına yol açar ki, bu, yapıtın yüksekliğini yitirip yere çakılması anlamına gelir.
Bütün metinler bizi, kuşkusuz gide gide yazara çıkarır. Ama bakarız, bunların hiçbirinde yazar yoktur aslında. Çünkü insan kendisini yazamaz. Anı yazılarında bile hep kendine varmak için çabalar, ama başaramaz bir türlü. Öznenin gerçekliğiyle öznenin kurduğu nesnel-öznel evrenin gerçekliği birbirini tutmaz da ondan.
Oyunun yerli yerine oturması, kurallarına göre adım atılması gerekir metinde. Yani metne kendimizi katacağız ama kendimizi metnin Tanrısı değil, gereci, oyunun öğesi olarak göreceğiz o kadar, çünkü oyunda kurucu da dâhil hiçbir oyuncu kural dışında kalamaz, oyunun kurallarına sıkı sıkıya bağlıdır, oyun böyle ilerler… Yazarı olmak, keyfine ya da kafasına göre, “Yaptım, oldu” anlamında oyuna müdahale hakkı tanımaz, Adnan Benk’in deyişiyle, “Canınız istedi diye elin kızını topal yapamazsınız,” yani.
Oyunu yansıtan, kurallarını ortaya koyan, ayrıntılarını açıklayan dil de önemli. Bilim, felsefe diliyle popüler bilim, felsefe dili nasıl ayrıysa yazın diliyle öyküleme / hikâye etme dili de birbirinden o kadar farklıdır.
Eğer siz, bir yazın diline dayalı olarak roman kahramanı yaratacaksanız hikâye etme diline değil kurmalık, yapmalık yazın diline yaslanmak zorundasınız. Hikâye etmekten uzak durmak, öykülemeden kaçınmak değil, bunun yaslanacağı özdeşleyim diline sırt dönmek olarak alınmalı.
Bütün bunları oyun kurucu yazar yapacak, büyü o tek kişinin elinden çıkıp yayılacak. Ancak oyunun bütün paydaşları buna ortak olacak yine de.
Oyun kurucunun yarattığı oyuncu olarak roman kahramanı, karakter olarak yalnız roman evreninde değil, yaratıldığı dilde, toplumda, kültürde de birebir gerçektenlik duygusu yaymak zorunda. Bu kahraman, ister ben-oyuncudan isterse öteki-oyuncudan yola çıkılmış olsun öyle bir gerçekliğe dönüşmeli ki, yaşayan, “şu” işaret sıfatıyla gösterilebilecek herhangi bir kişiden daha gerçek olmalı, gerçektenlik duygusu yayabilmeli.
O halde roman kahramanı yaratmanın, tip yaratmak demek olmadığını hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.
Peki, bir roman kahramanının karakter yapılanması nasıl gerçekleştirilir, bunun altından nasıl kalkılır?
Her toplum, o topluma özgü insan varlığına dayanır. Bir “Türk insanı”na varabilmek için bireyde Türk kimliğinin uyarlıkları, aykırılıklarıyla bütün özellikleri kendini gösterebilmeli.
Demek ki roman kahramanı, yaşayan bireylerin ortalaması / bileşkesi bağlamında bir nitelik yansıtacak. Elbette tipolojik yan da taşıyacak roman kahramanı, ancak hiçbir zaman tipik bir konum yansıtmayacaktır.
Bu çerçevede tek tek tiplerin özellikleriyle uyum sergilerken asla tipikliğe kaçmayacak, ancak bu arada karakter olarak tipolojik konum taşımaktan da uzaklaşmayacaktır.
Buna göre yazar, kaleme aldığı metinde, sürekli kendini sobeleme yetisi taşıyacak, bu hüneri metin boyunca sürdürecek. Kendini gördüğü an sobeleyip kurduğu oyunu okura paslamayı bilecek.
Yani sonuçta hep arafta kalacak.