SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Orhan Kemal’i Yeniden Keşfetmek…

Orhan Kemal’i Yeniden Keşfetmek…
M.Sadık Aslankara
(24.5.2018 YAZISIDIR.)

1940 sonlarıyla 1950 başlarında doğanlar, gözlerini açtığında, kendilerini 1961 Anayasasının getirdiği bir özgürlük ortamında buldu. Bu ortamda boy verip serpildi… Önceki kuşakların bin sıkıntıyla kavuşabildiği Nâzım Hikmet’le arkadaşları, 1940 toplumcu gerçekçi kuşağından pek çok şair, yazar 1961’le birlikte gözünü açan bu genç insanların kolayca ulaşıverdiği imzalar oldu…

Ama hakçasını söylemek gerekirse, öncekilerin kimi zaman elleriyle çoğaltarak aralarında dolaştırdığı şairlere, yazarlara böyle hiç zahmet etmeden ulaşıveren kız, oğlan ne kadar delikanlı varsa, değerbilmez bir tutuma kaptırmadı kendini. Tersine yazarların, şairlerin hepsini öpüp başlarına koydular… Bununla da yetinmediler, bu yazarları, şairleri eksiksiz okudular, okumak ne, özümsediler…

Faruk Duman, Yazmalı Defter (Alakarga, 2017) başlıklı denemelerinin bir yerinde şöyle diyor:

“Kendisini, yazmaya çalıştığı kişilerden çok başka bir yerde gören yazarın, yazdığı karakterleri anlama şansı pek yoktur. Onları doğru dürüst pek konuşturamaz bile. Sait Faik’te, Yaşar Kemal’de, Orhan Kemal’de, kahramanlarını iyi tanımış, onlara asla yukarıdan bakmamış yazarlar görürüz. Yazdığı şeyi anlamış yazarlardır onlar. O nedenle, yaşadıkları dönemin toplumsal sorunlarını da anlamışlardır.” (67)

1968 olgusunun, tarihin tam da bu diliminde, andığım delikanlılarca sahneye taşınması bir rastlantı sayılmamalı… Yani tam yarım yüzyıl öncesinin bu gençlerinin de, doğrusu ya, bu yazarları çok iyi anladığı söylenebilir.

Derken söz konusu şairler, yazarlar teker teker ayrılmaya başladı aramızdan… Ama bu durum, okumada herhangi bir tavsamaya yol açmadı, çünkü okuma alışkanlığı kazanmıştı bir kez genç topluluk. İşte okuma düşkünlüğü, artık ekmek su alışkanlığına dönüşen gençlerin yöneldiği bu yazarlar arasında biri vardı: Orhan Kemal.

Gerçi onun yapıtları, öteden beri dolaşımdaydı ama, alçakgönüllü yaşamıyla, üne sırt çeviren tutumuyla Orhan Kemal, gizlenmiş gibiydi hep. Zaten yaşamı boyunca, kendi yapıtlarını çalımlayıp burun farkıyla da olsa onların önüne geçmeye çalışmadı o, yapıtlarının gerisinde durdu.

Orhan Kemal, öykücülüğünün, romancılığının yanında, bir oyun yazarı olarak da sahnelerimizin vazgeçemediği yazarlardan biriydi oysa o yıllarda. Yeşilçam da romanlarından, öykülerinden ardı ardına filmler çekiyordu durmadan.

1960’lar, hatta 70’ler böyle sürdü hep. Orhan Kemal de sessizce ayrılıverdi aramızdan bu arada. Yokmuş gibi duruyordu, gerçekten gitti.

Ama ne zaman tarihin ibresi 12 Eylül 1980’i gösterdi, yaşananlar bir bir değişmeye koyuldu. Bir unutuluşa terk edildi soy yazarlar teker teker. Bunlardan boşalan yere yazarlık genleriyle oynanmış yüzleri maskeli kişiler oturtulmaya çalışıldı. Süreç içinde marketlerde, sonra süpermarketlerde, daha sonra hipermarketlerde, çok daha sonra da megamarketlerde bunlarla doldurdular rafları, son kullanma tarihleri de bir bir üzerlerine yapıştırılmış olarak. Ülke de zaten market anlayışıyla yönetilir olmuştu enikonu.

Şaşarak izlemiştim, Orhan Kemal de vardı çünkü unutuluşa terk edilen yazarlar arasında.

Oysa o yıllarda, hayranlık duyarak Orhan Kemal’i okuyanlar arasında ben de vardım. Yazmaya koyulduğum ilk günlerden başlayıp birebir ona öykünürdüm kaleme aldıklarımda. Zaten önüme çıkan her kitabını, herhangi bir dizgeye bağlanmaksızın bir solukta okumuştum Orhan Kemal’in…

Derken 1968’lilik ruhu pul pul döküldü üzerimizden… Ölen, yaşayan kahramanların yanında alçaklıklara tanık olduk. Yanısıra döneklik, köşe dönücülük insanımızı içten içe kemirdi, “aids”e yakalanmışçasına çökertti onu.

Yazar diye önümüze sunulan vardı var olmaya ama toplumun pusulası sayabileceğimiz türde yazar kalmamıştı artık, daha doğrusu bu tür yazarlar, sanki toplumun belleğinden çıkarılmaya çalışılıyordu.

İşte o zaman aklıma geldi, koydum masama Orhan Kemal’in tüm yapıtlarını, yeniden bu kez dizgeli biçimde bir kez daha okudum. Yüzlerce öykü, onlarca roman, birkaç oyun… Kısacık yaşama sığdırılan bir ayakta kalma savaşımı, yazın adına verilen olağanüstü emek, gösterilen özveri!

O, kuşku yok ki yazınımızın en büyük birkaç yazarından biri! Öyküleriyle Memduh Şevket Esendal’la, Sait Faik’le, Sabahattin Ali’yle birlikte öykücülüğümüzün dört büyük biraderinden biri. Romancı olarak doruk yapıtlar sunmuş bir yazar! Oyun yazarı olarak bundan sonra da sahnemize katkısı sürebilecek bir usta.

Ama bunun için marketlerde sunulan yazarlardan ayırıp da gözlerimizi, bunlara, kamuoyunda, bu bilincin temsilcisi olarak aydın belleğinde süregelen yazarlara çevirebilmeliyiz bakışımızı.

Evet, Orhan Kemal yüz yaşını aştı, ama dokuz aylık bebek cinliğinde, hiçbir şeyin ayırdında olmayan biz kocamışlarca keşfedilmeyi bekliyor yine de kendi derin yatağında hâlâ…

Her keşif bir heyecandır, yoksa biz heyecanımızı da mı yitirdik diyeceğim ya, hayır, sanmıyorum… Çünkü bu kötü düş sona erecek, biliyorum. Uyanıp kendi kültür kazımızı yapacağız…

Orhan Kemal gibi som bir yazarın, kaç yıl geçerse geçsin, ışıltılar salarak karşımıza çıktığını göreceğiz!

Kendinize bir armağan sunun; gelin yeniden keşfedin onu! Bu yüzden 2 Haziran’daki ölüm yıldönümüne dek, yüz beşinci yaşında bu keşif yolculuğunu birlikte sürdürelim istiyorum. Ne dersiniz?