SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Öykü Cenini ve Ölü Öyküler Mezarlığı…

Öykü Cenini ve ÖÖyküler Mezarlığı
M.Sadık Aslankara
(21.6.2018 YAZISIDIR.)

Her yazar gibi öykü yazarı da kafasında kendi türünün yani öykünün tohumlarıyla gezinir. Bunlar çamların kozalakları, meşelerin palamutları, çınarların tohum küreleri benzeri savrulur durur anbean. Kimileri bunların kuru toprakta yok olur elbette, ama kimileri cenine dönüşür kaçınılmaz biçimde. O zaman öykü tohumu, âdeta bir öykü cenini hâlinde uçuşup savrulur, bir yerlere konduğu öyküleştiği de olur onun, öyküleşemeden yani köklenip dal budak salamadan yitip yok olduğu da.

Ne var ki öykü yazarının, her tohuma, cenine var gücüyle sarılması, onu üretip doğurmak için çabalaması gerekir. Öykücü olmanın zorunlu uğraklarından biri de işte böylesi duygularla dolu her an öykü düşünmek, öykü yazmaya girişmek bağlamında alınabilir. Buna göre daha işin başında öykü yazmaktan hiçbir zaman çekinmemek gerektiğinin altını çizmek zorunlu demek ki.

Ancak her yazar, kaleme aldığı öykünün nasıl bir değere karşılık geldiğini, öykücülüğümüz içinde bunun yerinin ne olduğunu bilmek zorunda. Çünkü bir öykücü, kendisini asıl bu tanıma sürecinde yerli yerine oturtabildiğinde, yazarlık yolunda da önemli bir uğrağı aşmış olacak, farklı bir aşamaya varacaktır.

Öykü cenini ile ölü öyküler mezarlığı arasındaki mesafeyi belirleyecek tek ölçüt yazarın bu yönde kendisini geliştirebilmesinde yatıyor denebilir. Öykünün tohumdan cenine, buradan büyüyüp boy atmasına ya da yaşama tutunamadan ölüp gitmesine yol açan nedenler, koşullar, yazarın, bu yöndeki deneyimine, yeterliğine bağlı.

Yazarı, öyküsünün sağlığını, hastalığını da bilmek zorunda. Öyküsünün yaşama olasılığını kestirebilecek, yaşamasını öngörüyorsa var gücüyle katkıda bulunacak ona. Yok eğer yaşama şansını zayıf buluyorsa o zaman da onu kendi elleriyle ölü öyküler mezarlığının toprağına bırakacak.

Öyküsünü toprağa verir vermez de ânında yeni bir öykünün daha tohumunu büyütmeye, yeni bir ceninden öykü var etmeye girişecek. Bir öykü yazarına düşen ilk iş durmaksızın öykü üretmeyi sürdürmek.

Bu hastalığı kökünden kazımanın biricik yolu, kendi farkındalığını sağlayacak direnci sağlamak. Bu da her yazarın kendi öyküsünü, öykücülüğünü, binlerce örneği bulunan öteki yazarlarla, onların verimlerinden oluşan öykücülüğümüz içinde karşılaştırma olanağı yakalayabilmesinin gizi altında yatıyor.

Eğer siz kendi öykünüzün dışında öteki öyküleri görmez, bu öyküleri kaleme alan yazarları tanımazsanız, kendi kaleminizin nereye doğru gitmekte olduğunu, öykücülüğümüz içinde kendi öykülerinizin nereye yerleştirilebileceğini de bir türlü fark edemez, göremezsiniz.

Bunun anlamı, sizin öteki öyküleri, öykü yazarlarını, yalnız kendi anadilinizdekini de değil üstelik, yanı sıra dünyanın bütün dillerindeki öyküleri de hiç değilse kabaca biliyor olmanızdan geçecek demektir.

Okuduğunuz tek öyküyse, kaleme aldığınız öyküyü bu tek öyküyle, bin öyküyse biniyle de karşılaştırma fırsatınız olacaktır. Ama bu, aynı zamanda kendi öykünüzü de yerli yerine oturtmanın önünü açacaktır kendi nezdinizde.

Gele gele nereye geldik? Yazarın kendi öykü değerini tartabilme yetisine, yani onun eleştirel değerlendirme gücüne…

Böyle bir yetiye, insan yoğun çaba göstererek ulaşabilir ancak. Diyeceğim insan, öykü yazmaya koyulur koyulmaz, kişiye bir Tanrı nimeti olarak sunulmaz söz konusu yeti. Bu, yalnız deneyimle, birikimle ulaşılacak bir düzey olarak da alınmamalı. Sözgelimi çok usta öykücüdür, saltık anlamda güzel öyküler kaleme almıştır ama kendi öyküsünün, öykücülüğünün değeri konusunda sağlıklı bir karar veremeyebilir.

Örneğin çok usta öykücüdür de öyküde herkesin dışında farklı bir biçemsel, dilsel, kurgusal vb. değişiklik getirebilmiş midir bilemez. Bunu, yazara öğretecek bir okul da olmadığına göre kendi gücünü abartmadan, hafife de almadan öykülerini akıllıca okumaktan geçiyor demektir çözüm!

İşte bu çözümün eleştirel değerlendirme olacağı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalı.