SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ÖYKÜDE HİKÂYE KULLANIMI…

ÖYKÜDE HİKÂYE KULLANIMI

M.Sadık Aslankara
(18.05.2023 YAZISIDIR.)

Öyküde, hikâye kullanımıma geçerken, önceki haftanın yazısında yer bulan birkaç tümceden kalkarak bunları yeniden biçimleyelim, bu doğrultuda altını çizelim ilkin:

“Hikâye, aracıya-anlatıcıya gereksinim duyar, ne kadar yaratılmışsa o kadar vardır ancak, bu nedenle de yaratıcısının nesnesi halinde sesle, sözceyle uzanır. Öyküdeyse aracı yoktur, karşımıza doğrudan kendisi çıkar, bizden kendisini anlayıp anlamlandırmamızı, özetle yaratıcısı dışında, ondan bağımsız olarak bizim tarafımızdan yeniden yaratılmayı bekler, çünkü öykü yalnızca kendisi için olan bir yazınsal türdür.”

“Böyle olunca öykü, anlatılamayan, herkesin bir yerinden dokunarak kendine göre tanımlayıp yapılandırdığı gövde halinde uzanır önümüzde. Yaratıcısı elinden çıkmış, her okurun duygu-düşünce dünyasında, sesten, sözceden uzak kendi iç-çevrimiyle çalışır, bu nedenle okur için, her okuyuşunda yeniden yeniden işleyebileceği bir levhadır, yaşamını, okurlar tarafından ayrı ayrı yaratıldığı sürece korur. Bir Ömer Seyfettin ya da O.Henry hikâyesi anlatıla anlatıla sürer gider, bir söylen, mesel vb. havasında. Ne var ki öykü, onu anlatan değil okuyan varsa yaşamını sürdürebilir ancak.

Bu anlatım sizde neyi çağrıştırıyor; aşk gibi içsel bir yolculuğu, değil mi? Herkesin, kendince deneyimleyip yaşayacağı bir aşk, herkesin ancak kendi kendine okuduğunda yeniden yaratıp yaşayacağı bir öyküden farklı değil yani.

Şuracıkta şimdi aşktan söz ediyorsak akla şiir de gelecektir, doğru, beklemek gerek bunu, öykü sanatıyla şiir sanatı arasında sürekli bir yakınlıktan dem vurulması boşuna mı, hikâye aşkı anlatır, yaşatmaz, öyküyse, şiirdekine benzer biçimde bunu size yeniden yaşatır.

Evet, öykü süreğen biçimde içsel bir yolculuk halinde akıyor, bu açıdan öykü sanatı, bir duygu durum olgusu bağlamında da alınabilir pekâlâ. Öykü türünün, böyle bir kavrayış temelinde ayrılması halinde yazarla okurun hikâyedeki yazarla okurdan ayrılacağı anlamına da gelecektir bu.

Nitekim Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Maupassant, Mansfield vb. yazarların hikâyelerini, yazılı metinler dışında ağızdan ağza anlatıp aktararak da sürdürebilirsiniz. Ancak diyelim Sait Faik, Sevim Burak, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Poe, Kafka, Joyce vb. yazarların en azından kimi öykülerini, okunduğu sürece, okunurluğunu koruduğu oranda ayakta tutabilirsiniz.

Oysa insanoğlu, hikâyeler yaratıp kurarak, bunları hemcinsleriyle yaşayıp paylaşarak yaşamını sürdürüyor. O halde, hiç kuşkusuz öyküde de hikâye, hikâyeler bir biçimde yer alacaktır kaçınılmaz olarak. Bu bağlamda öyküdeki hikâyelere, birer anlatı öğesi gözüyle bakılması zorunlu.

Buna göre hikâye, öykü içinde öyküleştirilmeden, salt anlatı öğesi olarak kullanılmalı. İşte sorun, bu girişme ânında yoğunlaşıyor diyebiliriz. Çünkü hikâye öyküleştirilerek değil, salt bir anlatı öğesi bağlamında kullanılacaksa eğer, bunun öyküde yer alışı, öyküyle bütünleşmesi nasıl gerçekleşecektir; soru bu haliyle geliyor önümüze.

Romandaki salkım hikâyeler, ana gövdeye katılırken bildiğimiz biçimiyle nasıl ki bir hikâye biçiminde kalamıyorsa, öyküdeki hikâyelerin de kök boya kazanındaki renklerin farklı görüntüler verişine benzer birer hikâye çıkıntısı halinde kalmaması gerekiyor.

Romandaki “salkım hikâye” konusunu önceki bir yazımda ayrıntılı biçimde ele almıştım, bu kez öyküye buyur edilebilecek “çiltim öykü” üzerinde durayım, bu konuya değgin neler söylenebilir, aşağıda buna yer açayım.

Öyküde hikâyeyi, bir “minik cep” olarak almak olanaklı geliyor bana. Bunun karşılığında “cep sineması/tiyatrosu”, “oda müziği” vb. terimler de getirilebilir kuşkusuz. Önemli olan bununla neyi kastedecek olmamız.

Yukarıda öyküyle aşk arasında farklı bir bağ kurarak buna uygun bir ipucu da yerleştirmeye giriştim. Aşk, kişisel bir deneyimleme anlamında öyküdür, ama bunun anlatılması halinde öykü sanatından uzaklaşır, hikâye olup çıkar bir anda. Bunu, benzer örneklerle geliştirebiliriz.

Bununla örtüşür tutumla diyelim yazar, bir aşk mektubu hikâyesi çevresinde gezinerek öyküsünü kuracak olsun. Hikâye, bir anlatı öğesi olarak elbette öykünün dayanağı halinde gelişebilir, ama asla öykünün kendisi olamaz, bunu unutmamak gerekiyor. Kimileyin yazar, ayırdına varmadan hikâyenin peşi sıra öyküyü kurmaya girişebilir.

Öykücü, aşk mektubunu anlatmak için değil, buradan kalkarak bambaşka yerlere geçmek için buyur edecektir bunu anlatısına.

Bir örnekleme geliştirebiliriz yine pekâlâ.

Öyküde aşk mektubu belirsizleştirilebilir sözgelimi, böyle bir aşk mektubunun varlığı üzerine kuşku üretilebilir, bu, düzenli gelen mektupların sonuncusu olabilir, var mıdır yok mudur ortada durabilir, başkasına ait olduğu sezdirilebilir. Bunlar hep birer cep hikâye halinde, çiltim öykü ucu olarak da alınabilir, sonuçta öykü bunları dayanak yapar ama bunlardan hiçbirinin aktarıcılığını yapmaya girişmez.

Öykünün içinde bu aşk mektuplarının, hikâyede kaplayacağı yerle ilişiği kalmaz, birer ilinektir, bizi yaratıcılığa kışkırtır ama, öyküyü yazdıkça yazmak geçer içimizden. Bir şiirden içeri adım atmışçasına öyküye doğru yuvarlanırız. Yarattıkça öyküyü, o da bizi yaratır bir bakıma.

Öyküyle buluştuğumuz duygu durum eşiğinde bambaşka bir yere savrulmuş oluruz aslında. Çocuğumuzdan gizlediğimiz veya çocuğumuzun bizden gizlediği bir aşk da olabilir bu, annemiz veya babamızın yaşadığını sezdiğimiz veya karıkocanın birbirinden habersiz yaşadığı bir aşk da çıkabilir pekâlâ karşımıza.

Ama cep hikâye olarak öykünün ışıklı yolunda gitgide silinir mektuplar.