Öyküyü Yazdırıp Uçurmak
Öykücüyü Eleştirip Ürkütmek…
M.Sadık Aslankara
(22.02.2018 YAZISIDIR.)
14 Şubat Dünya Öykü Günüyle Sevgililer Gününde değerli yazar arkadaşlarım Süreyya Köle’nin öncülüğü, yöneticiliğinde Fulya Bayraktar ve Arzu Eylem’in katılımıyla hazır bulunduğum etkinlikte bana da yukarıdaki başlıkta bir konuşma yapmak düştü…
Bu kez orada yaptığım konuşmayı paylaşmaya çalışacağım “Sayfa Yazısı”nda özet olarak.
Elbette bütün sanat türleri, bu arada yazma biçimleri kendi mantığını dayatıyor bize, kendi biçemine yaslanmamızı gerektiriyor, ötesinde emrediyor ille. Şiir, roman, deneme, eleştiri, mektup, günce, söyleşi, röportaj şu bu tümü de farklı mantıkla, biçemle kaleme alınıyor çünkü. Bu türlere, siz kendi kafanıza göre mantık dayatamıyorsunuz, bu türlerin her birinin kendince yaslandığı bir mantık, dil var sonuçta.
Ama bunlar, öteki türlerle ilişkilenemez diye de bir kayıt yok. Tersine bunların her biri, öteki türlere de katılabilir kuşkusuz, Ne var ki o zaman biri, ötekini kendi içine katıp soğuracaktır. Sözgelimi siz şiir formunda bir roman yazabilirsiniz, ancak bu, tür olmaklık açısından romandır yine, şiir değil.
Yazınsal verim olarak, diyelim ortaya öykü geldi, bize düşen bunu yazdırıp uçurmak olmalı. İşte eleştiriye burada iş düşüyor. Bunun gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini denetleyen eleştiri. “Kritik”, Yunancadan geliyor. Ayırmak, sınıflamak, bunları ilişkilendirmek. O zaman, öyküdeki gereksinirliklerin karşılanıp karşılanmadığının denetlenmesi zorunlu, bu da eleştirinin üzerine düşüyor.
Eleştiri, eğer bir şey yapacaksa yapması gereken bu onun. Bu olguyu, öykünün yazdırılıp uçurulması bağlamında almak pekâlâ olanaklı. Öyleyse öykünün uçurulması bütün bunların yerli yerine oturtulmasıyla doğru orantılı.
Öyküde her ne varsa yerli yerine oturtulacak, ama dilenci torbası gibi de doldurulmayacak öyle. Öykü dediğiniz insan gibidir, fazla yedirmeye kalkarsanız kusar. Demek ki öykü kusturulmayacak, ama aç da bırakılmayacak.
İyi bir öykü, hep gereksineceği bir lokması varmışçasına duruş gösteren, minnacık da olsa böylesi lokma geldiğinde tatlar salan, yeni bir lokmaya kadar bunun mutluluğunu duyuran anlatı olarak nitelenebilir bana göre.
Bütün bu nedenlerle her fazlalık öyküyü daha beter hale getiriyor, âdeta rüküşleştiriyor ne yazık ki.
İnsan dışarıya çıkarken üstünü başını denetler, hatta kimi küçük provalar yapar ya ayna karşısında, öyküye de prova yaptırılmalı, hangisini reddedip hangisini gereksindiği gözlenerek buna göre sıkı sıkıya izlenmeli, gözlenmeli.
Demek ki öykü, bir giydirme sanatı aynı zamanda, soyundurma değil, Örtme sanatı, soyma/açma değil. Öykü çıplaklıktan hoşlanmıyor çünkü. Ama kış mevsiminde ayazda kalmışçasına ıkış tıkış giydirilmekten de zinhar hoşlanmıyor.
Anlatıp açıkladıkça hikâyeye yaklaştırırsınız, imgeleyip soyutladıkça, dönüştürdükçe hikâyenin anlatımcı yanından kurtarıp öyküleştirirsiniz anlatıyı, değilse hikâyenin aksak bir uzantısı olup kalır o.
14 Şubat’sa bugün, öykü yazmaya da hazırsınız demektir. Hadi o zaman, öykü başına, aşk başına!