SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ROMANI İNGİLİZCEDEN OKUYUP TÜRKÇEDE YAZMAK…

ROMANI İNGİLİZCEDEN OKUYUP
TÜRKÇEDE YAZMAK…

M.Sadık Aslankara
(26.5.2022 YAZISIDIR.)

İki örnekten yola çıkarak açacağım başlıktaki konuyu.

Önceki yılların birinde Oğuz Demiralp, Turgay Fişekçi, Burcu Yılmaz, bir de adını vermek istemediğim yazar, güneydeki bir kıyıda birlikte oturmuşuz, akşam yemeğindeyiz. Karşılıklı konuşulduğundan ikili üçlü bölünme olabiliyor, işte böyle bir anda kulağıma çalındı o söz, adını anmak istemediğim yazar, bunu Oğuz Demiralp’e söylüyordu.

Diyordu ki:

“Türkçe roman okumuyorum, zehirliyor.”

Bu kadar. Oysa yazdığı roman, öykü Türkçeydi, eğer başka dilde roman yazmış da benim bundan haberim yoksa bunu bilemem. Ancak bu tümcede hem de çelişik iki yargının bir araya getirildiği ortada.

Romanları Türkçe dışında bir dilde ya da dillerde okuyorsa neden o dillerde roman yazmıyor yazar?

Romanları Türkçe yazıyorsa eğer, bu durumda kendisinin kaleme aldığı bu romanlar başkalarını zehirlemiş olmuyor mu?

Bunu duyduğumda donduğumu anımsıyorum. Ses çıkarmadım, ancak bu tümcesi yazarın, beynimde uğultusunu sürdürdü, sürdürüyor da hâlâ. Böyle bir sözü, kimini ilk kez tanıdığı insanlar arasında söyleyivermeyi kendisine yakıştırmış bir yazarı aklım almıyor doğrusu. Hangi yazar, herhangi anadilde verimlenmiş bir romanı küçümseyebilir, bu dili konuşan, yazan, birkaç binle sınırlı bir topluluk olsun, bu olası mıdır?

Bu sözün altında yatan aşağılık duygusu, modern dünya karşısında Osmanlı daltabanlarının içten içe hep sürdüregeldiği tutumun da bir benzeri değil midir?

İkinci örnek çok değerli öykücümüz Sevgili Cemil Kavukçu’yla ayaküzeri bir söyleşimiz sırasında beni uyarmak amacıyla söylediği söz.

Yazarın adına, yayınevine, nerede yayımlandığına, kitap nesnesinin albenisine bakmaksızın salt yazılanları, metni dikkate alarak pek çok yazarı okuyup bunlara yer açıyorum yazılarımda, bu anlamda, “Bunları nasıl okuyorsun, okuma tadını bozmaz mı süreç içinde?” demişti. Ben de, “Ne yapayım, benim bahtıma da bu düştü,” diye yanıtlamıştım Cemil’i.

Sonrasında bu iki konuşmaya farklı birkaç yazıda yeniden yer açmak gereği duymuştum, iki farklı söz, beni farklı düşüncelere taşımıştı çünkü.

İlk örnekten kalkarak düşüncemi paylaştım yukarıda.

Cemil’in sözleriyse benim bu anlamdaki özverimin sonuçta gide gide kurduğum anlatının temelini, sonuçta kendi kurmacamın altını oyabileceği tehlikesine işaret ediyor kuşkusuz. Ancak özellikle ilk kez kitap yayımlayan yazarların mutlak bir başka eleştirel göz tarafından değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum kendi payıma, âdeta her canlının, kendisinden sonra türünü devam ettirecek bir canlı getirinceye dek yaşama hakkının elinden alınamayacağı ilkesiyle örtüşür kavrayışla. Ama yazar bundan yararlanır veya bunun kıyısında dolanır, bu da ayrı bir sorun.

Edebiyat emekçisi biçiminde anılmaktan gocunmayan biri olarak bu kavrayışı kendime ilke edinmişim, ne yapayım, Zavallı Sadık, deyip geçsem daha iyi.

Eleştirel göz dedim ya, eleştiriden söz ediyor değilim. Bugüne dek birkaç bin yazı kaleme aldım pek çok konuda, ama bunların çok azının eleştiriyle kol kola durduklarını söyleyebilirim, o kadar.

Yazarlar, okurlar bunları eğer eleştiri kabul ediyorsa, bu da onların öznel yargısı sayılmalı, ben kendime hiçbir ortamda, hiçbir yerde “eleştirmen” nitelemesi yüklemedim, ancak katıldığım neredeyse her etkinlikte adımdan bu nitelemeyle söz edildiği de bir olgu.

Bir kurmacacıyım oysa ben, edebiyatta öykü, roman, oyun yazarı olarak tanımlıyorum kendimi. İşte, özellikle ilk kitaplarını yayımlayan yazarların yapıtlarını okurken bu metinlerde, anlatılarda bir kurmacacı olarak, yazarının yazınsal izini sürüyor, âdeta kalemiyle birlikte onun bu metninde gezinmeye çalışıyorum.

Bir tür izlenimciyim demek ki.

Ama romanı Türkçede okuyup Türkçede yazıyorum, Vedat Günyol’un söylediği gibi ben yalnız Türkçenin milliyetçisiyim.

Dilimi, Türkçeyi de böyle böyle öğreniyorum zaten.