SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; ROMANI ÖYKÜNÜN SIRTINA YÜKLEMEK…;

ROMANI, ÖYKÜNÜN SIRTINA YÜKLEMEK…

M.Sadık Aslankara
(20.01.2022 YAZISIDIR.)

Merih Nesrin Yalçın’ın Son Sardunyalar (Edebiyatist, 2021) adlı öykü kitabını okuyunca durdum, üstünkörü uzaklaştım yapıttan, yazınsal tür anlamında öyküyle roman odağında düşüncelere dalmaktan alamadım kendimi.

Kaba yaklaşımla ve türsel nitelikleri bakımından öyküyle romandan söz edildiğinde genel olarak kısalık-uzunluk açısından bunun üzerinde durulduğu, öykü-roman türlerinden ilkönce bu yanlarıyla söz edildiği biliniyor. Ne ki, işi böylesi basit düzlemde almak olanaklı görünse de öyküyle romanın ince bir çizgi üzerinde buluştuğu, örtüştüğü ama aynı zamanda sırt dönüp birbirinden uzaklaştığı kesitleri de unutmamak gerekiyor. Nerelerde ne türden buluşma, nerelerde birbirinden ayrılma? Yer, zaman, kişi temelinde anlatı yerlemleri ya da buna benzer ölçütler açısından konuya yaklaştığımızda, somut adımlar atmak olanaklı hale gelecektir.

Hiç kuşku yok ki roman sanatı da bir öyküleme (hikâye etme) biçimi, ne var ki romanda bu öyküleme kapsayıcı dil-mantık yapısıyla kurulur ve ayağa kaldırılırken öyküde ister istemez temel değişiyor. Bu kez kategorik olarak kapsanık bir dil-mantık perspektifine yaslanıyor metin ve bunun uzantısı halinde bir anlatı giriyor devreye.

Bir örneklem bağlamında göstermem gerekirse sözgelimi İnci Aral, Ayfer Tunç hem öyküde hem de romanda, verimledikleri türün gereğini yapıtlarında hem birer usta öykücü hem de romancı olarak yazınımızda ağırlıklı yere sahip konum sergiliyor. Nitekim iki yazar da öykü yapıtlarındaki her öyküsünde bizleri öyküyle buluştururken romanlarındaysa türe özgü öyküleme getirirken salkım hikâyeler halinde bunları roman evrenine yaydıkları öyküleme biçiminin hiçbir zaman öykü dil-mantığıyla kaleme alınmadığı, tersine her salkım hikâyenin romandaki kapsayıcı dil-mantık diyalektiği temeline bağlı devindiği görülebiliyor kolayca.

Belki de salt kısalık, uzunlukları nedeniyle geniş kesimlerde kafa karışıklığına yol açtığı kestirilebilecek, sözgelimi bizden özellikle Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Hançerlioğlu, öteki dillerde Panait Istrati, Stefan Zweig, John Steinbeck, Ernest Hemingway vb. yazarların dağarında karşımıza çıkan “uzun öykü” – “kısa roman” olarak nitelenen yapıtlar bu yönde örneklenebilir.

Oysa dil-mantık yapısıyla öykü veya roman olarak kurulmuşsa herhangi ürün, uzunluğuyla kısalığına bakılmaksızın öyküdür veya romandır bu, o kadar.

Daha önceleri “Kitaplar Adası”nda yer açtığım ve kısa öykülerden oluşan B.Nihan Eren’in Hayal Otel (YKY, 2020), Başak Baysallı’nın “ilk kitap” olarak yine kısa öykülerle örülü Fresko Apartmanı (Everest, 2020),  doğrusu ya, bunun için güzel bir örnek oluşturuyor. Çünkü kitapta yer alan öykülemeler bir romanın salkım hikâyeleri halinde uzanıyor bana göre.

İşte Merih Nesrin Yalçın’dan okuduğum Son Sardunyalar, bende bir kez daha bu düşüncelerin su yüzüne çıkmasına neden oldu diyebilirim. Çünkü Merih Nesrin’in birkaç öyküsünde aynı kişi olarak ama farklı öyküler halinde işlediği Ülkü, bu birkaçı birlikte ardışık sırayla bir araya getirilerek de tek başına öykü halinde alımlanabilir pekâlâ.

Anlatı yerleminin başrol kişisi Ülkü, bu öyküleri bütünlenik hale getiriyor, evet, ama geriye kalan öyküler bağlamlı halde, yani bir biçimde izlek, konu, olay, kişi ya da herhangi anlatı öğesi paydasında birbiriyle öyküsel teyeller düzleminde bağlamlı kaldıkları halde bağımsız öyküler olarak sıralanıyor. Bu durumda Ülkü’nün işlendiği öykülerin ayrı başlıklar halinde yapılandırılması gereksizleşiyor, çünkü bütünlenik konum sergiliyor bu öyküler.

Hayal Otel’le Fresko Apartmanı’ndaki öykülere dönecek olursak, bunların her biri, öykülemeye yaslansa da birer salkım hikâye halinde uzanıp bu bütünsel evrende roman dil mantığına göre kapsayıcılık yansıtıyor, hatta kişileri, oluntuları kendiliğinden birleştirip sıraya diziyor.

Bu çerçevede yapıttaki öykülerde yer alan kişilerin her birinin hikâyesi, birbiri içinden geçip birbirine dönerek bağlanıklık yaratırken bunun sonucunda bu zoruna dayalı olarak yapıt da romana dönüşüyor. Çünkü bağlamlı gibi görünse de bütüne bakıldığında roman kapsayıcılığına uygun birer salkım hikâye algısına yol açıyor öyküler.

Son Sardunyalar, andığım bu iki öykü kitabından farklı yapıya sahip.

Neden?

Çünkü Merih Nesrin Yalçın, bağlamlı öyküler toplamı getiriyor yine de yapıtında. Ancak bunların bir bölümü bütünlenik yapıda geliştirilerek sürdürüldüğünde, buna dayalı yapıt bütünlüğü ortaya çıktığında roman dil-mantık yapısına yaslanıp romana dönebilecek, her biri romanın salkım hikâyelerinden biri halinde uzanabilecekken, buna kadar gelemiyor ve Ülkü öykü kişisi, sınırların belirleyici halinde kalıyor.

Böyle olunca da andığım birkaç öykü, birbirine teyellenmemiş, bağlamlı olsalar da uçları açıkta kalmış görünüm sergiliyor diyebiliriz.

Tok anlatımlı, adı anılsın anılmasın pek çok şaire gönderme içeren vurgulu sonlarla metnini yükselten bir yazar Merih Nesrin. Ancak duyarlıkla duygusallığı bilinçle çakıştırdığı izlenimine vardığımı söyleyebilirim onun. Yazınsal açıdan böyle bir tutumla “bu ülkenin kirli bir tarihi”nden (30) kesitler vererek neredeyse son yetmiş yılına yoğunlaşıyor.

Bir öyküsünde anlatıcı, öykü kişisi için, “kurmaca değil, kendini anlatmış” (33) diyor. Bu çerçevede Merih Nesrin, bir yandan “cumhuriyete ülkü taşısın diye adını Ülkü koyduğu(m)uz kadın”a (21) yönelirken öte yandan bu acılı ülkemizin tarihine, kimileyin metne gözyaşı bombaları yerleştirip bu gerçekliği bizlere bir kez daha kurdurmak için çabalıyor.

Böylece öykü, romandan ayrılıp kendi dil-mantık yapısına dayalı kabında, sularında ilerlemeyi sürdürürken hem romanı yük olmaktan çıkarmayı başarıyor yazar, hem de bunu öykünün sırtına yük etmekten kurtarıyor.