SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Sabit Gelirli Ana Babaların Yazarlık Hayali Kuran İşsiz Güçsüz Çocukları…

Sabit Gelirli Ana Babaların Yazarlık Hayali Kuran İşsiz Güçsüz Çocukları…
M.Sadık Aslankara
(12.7.2018 YAZISIDIR.)

12 Eylül’e giden süreçte, ana babalar, kendi oluşturdukları koridorlara alarak çocuklarını fakültelerine götürür, beklerler, dersleri bittiğinde yine yaptıkları etten duvarla bu koridorda korumaya çalıştıkları evlatlarını evlerine taşırlar, kapıdan içeri adım attıklarında derin bir “Oh!” çekerlerdi o gün için.

Halkımızın, “gözü gibi korumaya çalıştığı çocuk” olgusu, yazarlarımız için de düşünülebilir şu günlerde. Çünkü iyiden iyiye korunması gereken konum sergiliyor kanımca.

Yazmaya yönelen adaylar, işsiz kalmış üniversite mezunu gençlerimiz gibi okuruna ulaşamamanın, ulaşmaya girişmiş görünse de önü kesilmenin sancısı, bunalımı nedeniyle daha işin başında prematüre bir yazar tutumu yansıtıyor, sonuçta aksak bir yazarlığın talimine çıkıyor denebilir.

Gençler, daha işin başında yazın ortamına ulaşmanın, doğru düzgün mecralarla buluşmanın sıkıntısını çekiyor aslında alabldiğine. Bu da onların sağlıklı yolda ilerlemesini engelliyor ne yazık ki. Sonraki süreç katlanarak üzerine yığılıyor, böylece yazar adayı genç, giderek küskünleşiyor ya da önündeki engelleri aşmak amacıyla eğilim, yönelim tercihlerini değiştirebiliyor, yazınsal değerden hızla uzaklaşmaya koyuluyor.

Ellerinde dosyaları, kapı kapı dolaşan yazar adayı gençler, bu yanlarıyla 12 Eylül günlerine benzer biçimde, görece de olsa anne babaların oluşturduğu koridorda sağlıklı bir yazarlık yaşamı kurmaya çalışan insan görüntüsü anımsatmıyor değil.

Sinemada, tiyatroda, resim müzikte eriyen anne baba paraları gibi şimdilerde yine aynı kaynaktan elde edilen küçük tasarrufların yazar adayı gençlerin dosyalarının kitaplaşması için harcandığını, harcanacağını öngörmemek olanaksız. Bu doğrultuda yeterli veriye sahip olamasam da konuyla ilgili ciddi sorunlar yaşandığı çok açık.

Bir yandan ellerinde estetik değeri belirlenmiş veya ilgi göstermemek bir yana kapağı bile açılmamış dosyalar, bunu kitaplaştırmak amacıyla bir kıyıdaki tasarruflarıyla gezinen anne babalar, çözüm arayışı içinde yayınevi kurmaya girişen aileler, arada böylesi olanaklara sahip olmadıkları için etik-estetik açıdan çok farklı yollarda ilerlemek isteyen adaylar birbirine karışıyor.

“Dosya değeri”, göreli bir konu kuşkusuz. At iziyle it izinin karıştığı böylesi ortamlarda herhangi bir dosyaya yazınsal değer biçmek giderek zorlaşıyor. Oysa gözünüzü kısıp da baktığınızda, iş arayan kuşakdaşları gibi ellerinde birer dosya upuzun kuyruklar oluşturduğu görmezden gelinebilir mi yazar adayı gençlerin? Onlar da atama bekleyen öğretmenlere benzemiyor mu? Öyle ya dosyalarının yayımlanması bekleyen yazar adaylarından geçilmiyor ortalık. Değerli olanlarının zaten bir biçimde yayıncı bulduğu, ellerindeki ürünlerinin hiçbirinin değer taşımayacağı öne sürülebilir mi?

Yazar adayı gençler bunu yaşıyor da kitaplarıyla kendilerine bir biçimde yer edindiği öngörülebilecek erişkin yazarlar daha mı farklı tutum görüyor sanıyorsunuz?

Nitekim bu nitelikteki erişkin yazarların da azımsanmayacak bir bölümü, tıpkı yazar adayı gençler gibi ellerinde yeni dosyalar, yayınevleri arasında mekik dokuyor, bu arada unutulmaya terk edilenlerle karşılaşılıyor; “Aa, ölmemiş!” deniliyor neredeyse.

Diyeceğim, yazınımızda ciddi bir zemin kayması gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Burada iş okura düşüyor.

Seçmen kaydında ya da iradesinin yansımasında hile yaşansa da okur kitlesinde bu tür bir düşünceye gitmek gerekmiyor. Elbet yönlendirmeler oluyor hayatın her alanında gözlendiği üzerine. Zaten çağımız da bir simülasyon çığı altında kalmış görüntüsü vermiyor mu? Her alanda smülakrlar yaşamımızı yönlendirmiyor mu?

Otobüste, metroda, plajda, gezi sürecinde hep aynı kitaplardan bir yelpazenin dışına çıkamıyorsanız eğer okumalarınızda, bu yalnız sizin tek yönlü beslenmenize yol açmaz, Türkçenin solmasına da neden olur, hatta Türkçede verimlenmiş şiir, öykü, roman, oyun, deneme, eleştiri vb. pek çok yapıtın soluksuz kalıp boğulmasının da önünü açar.

Okur işte burada devreye girebilir.

Kitlesel anlamda kendisine önerilen, yer yer dayatılan kitapları aşıp, kıyıda köşede kalmış, el uzatılmamış, görmezden gelinmiş, sesi kısılmış kitapları da Türkçenin birer verimi olarak alıp kapalı kaldıkları ortamlardan çıkarıp birer hayat öpücüğüyle diriltebilir.

Bunu uygulamak çok zor mu diyorsunuz?

Sizi bilmem, ben kendi payıma, kitapçıya girdiğimde sergenlerde gezinirken, adını bilmediğim, ilk kez duyduğum ne kadar yazar varsa, ilk onların kitaplarına uzanıyorum.

Yoksa yalnız genç yazar adayları değil erişkin yazarlar da mezarlarından kendi anne babalarını çağırarak onlara sığınıp kuyruklar oluşturacak.

Böyle yaşayıp giderken sonra bir bakacağız ki, Türkçe yazınımızın bütün değerleri terk etmiş bizi. Türkçenin de Türkçe edebiyatın da sonuna gelinmiş…

Füsun Akatlı gibi bitireyim yazıyı; söylememiş olmayayım…