SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; SANAT, OYUN AMA TOPLUMSAL BİR OYUN;

SANAT, OYUN AMA TOPLUMSAL BİR OYUN…

M.Sadık Aslankara
(24.6.2021 YAZISIDIR.)

Johan Huizinga’nın Homo Ludens adlı yapıtı, inanın “oyun” kavramına bakışını köktenci bir tutumla değiştirirken oyun olgusuna dönük yaklaşımıyla da yaratıcı bir ufuk açtı kuşkusuz.

Nitekim İkinci Savaş sonrasında bütün sanat dallarında ortaya çıkan değişimlerde, yeniliklerde Huizinga’nın bu yaklaşımının büyük rol oynadığı öne sürülebilir bana göre.

Huizinga, andığım yapıtında, insanı, “oynayan varlık” bağlamında alırken, “oyun”u bu değişmenin, gelişmenin dinamosu yapar bir bakıma. “Düşme” olgusu nasıl ki ilk insandan bu yana bilinmesine karşın bunu dile getiren yasa ancak yüzyıllar sonra bulunduysa “oyun” olgusu da süreğen yaşanırlık sergiliyordu kuşkusuz. Ama Huizinga, aldı bunu, hem kavramsal hem olgusal bağlamda yerli yerine oturttu.

Bizde oyun olgusu üzerine azımsanmayacak kaynakça var. Ben de kendi sanatsal alanlarımla birebir ilişki kurarak oyun kavramı, olgusu üzerinde duran, bunu farklı açılardan deşen yazılar kaleme alıyorum yıllardır. Son birkaç yıldır yürüttüğüm atölyelerde hep bu temelde çalışmaları hedeflediğimi söyleyebilirim gönül rahatlığıyla.

Oyun, insana özgü bir kavram da değil ayrıca. Hayvan, bitki canlı dünyasında da apaçık gözlüyoruz oyunu. Nitekim insanların kendi aralarında kullandığı örnekse dilimizdeki oynama, aldatma, şaşırtma vb. söyleyişlerin hayvana, bitkiye dönük olarak da kullanılıyor olması bunu gösteriyor. Sözgelimi herhangi kedinin aldatılması, çiçek fidesinin şaşırtılması vb. deyişler bunu gösteren apaçık örnekler.

Bu kadar da değil, evrenin tümünü kapsayıcı matematiksel bir oyunun süregittiği pekâlâ öne sürülebilir. Bunu “matematiksel estetik” bağlamında almak olanaklı. Zaten matematik, denklemleri, formülleri, eşdeğerlikleri vb. kendini var eden bağlarıyla saltık bağımsız bir estetik alanı olarak da görülebilir. (Bu yönde “Yaratıcı Yazarlık” başlığı altında sitemizde yer alan “Yazınsal Estetik, Matematiksel İlinek” başlıklı yazıma ayrıca göz atılabilir.)

Öte yandan “peri bacaları”, “şeytan kayaları” vb. adlarla anılan oluşumlar, suyun yarattığı birer harika olarak sarkıtlar, dikitler, mağaralarda göz çelen oluşumlar, bir anda önümüze çıkıveren obruklar doğanın oyunu olarak alınabilir.

Zaten şaman da oyuncu değil midir? “Büyü” yapabilme hünerinin bir oyunculuk yetisi, oyunbazlık olduğu nasıl göz ardı edilebilir ki? Metin And’ın, dünya literatüründe yeri olan Oyun ve Bügü’sü bu gözle yeniden okunabilir. Amfitiyatroların oturma sıralarına binyıllar önce üç taş, beş taş oyunu için kazılmış, hâlâ çıplak gözle de görülebilen çizimler, insanların, ilginç biçimde oyun izlerken bile oyun içinde yaşadıklarını ortaya koyuyor aynı zamanda.

Öte yandan bütün bu oyunlar, insanoğlunun en ilkellerinden kalkarak süreç içinde yükseldiğinin bunları nitelikçe geliştirdiğinin de kanıtı. Ancak bunlar, tarihsel çağlarda gözlendiği gibi bıçakla kesilip dilimlenmişçesine bir aşamadan ötekine geçiyor değil. Diyeceğim geçmişte olduğunca bugün de tüm oyunlar yalın ve karmaşık yapılarıyla bir arada yaşanabiliyor. Kişiler, bunları, kendi yetileri, algıları yönünde yeğliyor. Kaba bir örnekle gösterirsem kimi konken, dama vb. oynarken kimi briç, satranç vb. oynuyor.

Destan, hikâye, mesel kadar dinsel kurmaca metinlerinin de geniş kesimleri, dolambacı az, daha düz metinlere yönelttiği, kitleleri buna alıştırdığı gözde uzak tutulmamalı ayrıca.

Ancak bütün bu oyunların insanı doğaya, toplumsal yaşama, en genel söylemle hayatın içine girdirmeye dönük birer işlik halinde yaşandığı ortada. Doğal elemede de önemli rol oynadığı görmezden gelinemez herhalde. O halde oyunu, bu işlevinden soyutlayıp da almak olanaksız. Huizinga’nın da oyunun, kültür olgusundan, oluşumundan bile önce geldiğini göstermesi, bu işlevin nasıl da can alıcı olduğunu ele vermeye yetiyor kanımca.

Bu uzun girişten sonra “oyun” kavramından “sanat”a dönecek olursak elbette sanatın kendisi de bir oyun. Ama oyunda olduğu gibi sanatın da doğaya, topluma, hayata dönük işlevinden vazgeçilemez demektir bu. Sanatta da yalından karmaşığa bu ayrımın çok eskilere dek geri gittiği biliniyor. Ne var ki ister yalın isterse karmaşık olsun, söz konusu işlevi de onunla at başı ilerliyor.

İşte şiirden müziğe, resimden tiyatroya bütün alanlarda geniş halk kitleleriyle daha dar çerçevede birer “seçkin” olarak anabileceğimiz kesim insanlarının yöneldiği sanatta görece bir ayrılıktan söz etsek bile, oyunla örtüşen sanatsal işlevin sürdüğünü biliyoruz.

Sanat da oyunlarda görüldüğünce kişiyi zekâca, bedence, ruhça vb. güçlendirici işlevle doğal elenmeye karşı bağışıklık kazandırıcı bir niteliğe sahiptir diyebiliriz kolayca.

Edebiyata dönersek, şiir, öykü, roman vb. bütün yazınsal türler yine böylesi ölçütle nitelikçe farklı yanlar sergiliyor. Nasıl ki bilimde bir yandan halka dönük “popüler bilim kitapları”; bilimcilere, bilim entelektüellerine yönelik “bilim yapıtları” farklılık sergiliyorsa bunun bir örneği edebiyatta da karşımıza çıkıyor diyebiliriz.

İşte “halk romancılığı”, “halk öykücülüğü” terimlerini böyle bir eşik üzerinde kurgulamak zorundayız kanımca.

Bu kurgulamayı, söz konusu terimlerin içini yeniden doldurmak için de amaçlamalıyız. Elbette yeni bir adım atarak ileriye doğru.

Konuyu tartışmayı buradan sürdüreceğim. Haftaya.