SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; SAVAŞ BOZGUNU HAYAT…

SAVAŞ BOZGUNU HAYAT…

M.Sadık Aslankara
(01.9.2022 YAZISIDIR.)

On yıldır iki farklı mevsimde toplam dört ay Antalya Lara’da kalıyorum. Son gidişimde dikkatimi çekti, savaştan sıyrılmayı başarmış Ukraynalılar kıyıda sere serpe yatarken düzensiz erkek toplulukları da yöredeki kıyılar boyunca bir yayılım sergiliyordu enikonu. Ukraynalılar, bu kalabalıkları bizim insanımız saydığı için rahattı belki ama Türk-Kürt kardeşlerimiz söz konusu güruhtan rahatsızlık duyduğunu apaçık yansıtıyordu diyebilirim.

Herkes savaş kaçkını değildi herhalde. Ya biz?

Cumhuriyetimiz yüzüncü yılına ererken, her evden bir yiğidin, yavuklusuyla buluşamadan toprağa düştüğü bu yurtta, çocuk yaşta bebesiyle dul kalmış ya da yaşadığı badireleri gazi kocasıyla anlatan nenelerimizi dedelerin koynuna yatırmışken bizim insanımıza yakışıyor mu savaş kışkırtısı, savaş iştahı?

Demek ki savaştan ders almıyor insan, Yakup Kadri’nin, Halide Edip’in öyküleri bunlarla örülü, Milli Edebiyat akımıyla ortaya çıkan yazınımızın o coşkulu verim dağarından daha pek çok öykü-roman, oyun adı verilebilir.

 

İkinci Savaş yıllarında ekmeğin karneye bağlanışıyla koşutluklar kurabilirsiniz, sıtmadan, kızamıktan kırılan, veremle, dizanteriyle sönen insanları, çok değil yetmiş seksen yıl önce yaşananları, siz yaşamasanız da gözlerinizde canlandırabilirsiniz. Bunun yanında dış göç de dâhil iç göç, tarım işçiliği, kan davası, sonra kentleşme, fabrikalar, işçi hareketi, gecekondu, cinayet, öç vb. akla ne gelirse hepsi kendine yer buldu edebiyatta. Yazarlar hapishanelere düştüğünde bile bu tür toplumsal sorunlara dönük ilgiyi ve katkıyı sürdürdü, edebiyat bunları işlemekten geri durmadı hiçbir zaman.

İnsanımızın yaşadığı bu türden dramlar, öykülerimizde, romanlarımızda hep yer aldı. Edebiyat, böylesi toplumsal görevleri de üstlenerek sürdürdü işini. Bu çerçevede yazınsal metinler, Osmanlı’dan cumhuriyete, sonrasında yuvarlamayla neredeyse 12 Eylül’e dek kimileyin şematik, çizgisel olmak üzere, inandırıcılıktan uzak biçimde ama sorunların tümüne yer açtı, bu yüzden öncesi sonrasıyla 12 Eylül’ü nirengi aldığımızda edebiyatımız oldukça kapsayıcı toplumsal tarih ansiklopedisi bağlamında okunabilirlik kazandı bir bakıma.

Fethi Naci’nin, “İnsanımız, kendi tarihini daha çok romanlardan öğreniyor,” sözü, yazınsal gerçekliğin, bu doğrultuda nerelere uzandığını gösteriyor aynı zamanda.

Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı kült romanında, savaşta yanındakinin ölmesiyle bir an için rahat soluk alan askere de yer açar. Bir savaşın dehşeti asker birey aracılığıyla yansıtılır böylece. Tolstoy da Savaş ve Barış’ta dehşeti roman kişileri aracılığıyla verir. Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri’nde savaşın, karartma gecelerinin kuşatmasını kaçak yaşayan öğretmen karakteri aracılığıyla yansıtır. Aynı şekilde Camus, Veba’da, Márquez Kolera Günlerinde Aşk’ta hastalığın yol açtığı salgını eğretilemeyle aktarır. Pek çok yapıtta buna dönük ipucuyla karşılaşmak olanaklıdır. Boccaccio’dan Shakespeare’e, daha kimlere kimlere bu tür felaketlerin hiçbiri doğrudan aktarılmaz. Bu yöndeki örnekler sonsuzca çoğaltılabilir.

Neden peki? Öykü, roman sanatı, bunu, kurmaca gerçekliği içinde örüntüler de ondan. Çünkü yazar, anlatı evrenini, yaşantıdan kalkarak da kursa, kurduğu bu evrende olup biteni, kurmacası aracılığıyla bize algılattığı düzlemde yani gerçekliği kendimiz kurduğumuzda sonuca ulaşır.

Son olarak okuduğum George Orwell’ın Savaş Günlükleri (Çev.:  Levent Konca, Can, 2022) adlı yapıtındaki şu satırlar, yaşananların yazar-okur hepimizin gerçeklik algısı üzerinde yine de nasıl etkili olduğunu, bizleri eğip büktüğünü, hepimizi nasıl biçimlendirdiğini göstermeye yetiyor:

Orwell, söz konusu günlüklerinin 7 Şubat 1941 tarihli bölümünde şunları yazıyor:

“Nazilere mi, yoksa Alman halkına mı karşı savaştığımız konusunda -bu soru başından beri üstü kapalı olarak mevcut olsa da- gitgide daha çok fikir ayrılığı çıkıyor. Bu soru, İngiltere’nin savaştaki hedeflerini ilan etmesi ya da daha doğrusu savaşta herhangi bir hedefe sahip olması gerekip gerekmediği sorusuyla ilişkili. Saygıdeğer olarak adlandırabileceğimiz tüm fikirler, savaşa herhangi bir anlam vermeye karşı (“Görevimiz Almanları yenmek; konuşmaya değecek yegâne savaş hedefi bu”) ve bunun aynı zamanda resmî politikaya da dönüşmesi büyük ihtimalle zorunlu olacak.” (78)

Nazilere değil Alman halkına karşı savaşmanın haklı bir yanı olabilir mi?

Bu satırlar, toplumları yönetmek için cakalı sözlerle, göstermeci tutum ya da davranışla ortaya çıkanların insanları eğip bükerek onları nasıl biçimlendirdiğini ele veriyor. Nitekim Orwell’ın ileriki yıllarda bilimkurgu ya da distopyanın kült yapıtlarını üretişinde günlüklerine yansıyan bu kavrayışın, insanı dar bir hendesede yaşamaya zorlayan koşulların payı apaçık görülebiliyor.

Sonuçta insanla insan, bir kez yakaladığı hayatı, paylaşmak yerine bunu birbirine bırakmamak, birbirinin elinden alıp ötekini yok etmek için kullanıyor. Milyarlarca insanın kendi iç dinamizmini kullanma olanağı işlemiyor, bundan söz edilemiyor, savaşlar da alıp başını yürüyor.

Ne ilginç bir paradoks, görece bir umursamazlık halinden de söz edilebilir belki. Bunu salgın hastalıklarda da yaşıyor kişi.

Bakıyorsunuz Covid-19 “altıncı yükseliş dalgası”nda ama hiç kimsenin umurunda değilmişçesine tutum sergilemiyor muyuz? Bir yanı buysa, öte yanıyla iş-emek kavgası veriyor olması insanın. Bu yönde yaşanan dramlar, pek çok öykümüzde, romanımızda yer alıyor. Edebiyatın toplumsal anlamda bir görevi de, böylesi işlevleri üstlenmiş olması kuşkusuz.

Ama olup bitenler, aydınlanmanın ardından yeniden uç veren nihilizmle, insanın elindeki, evindeki ekrandan koskoca bir Rus ruleti izlediğini gösteriyor.