SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Yaşamsal Tasarım, Sanatsal Kurmaca…

Yaşamsal Tasarım, Sanatsal Kurmaca…
M.Sadık Aslankara
(30.8.2018 YAZISIDIR.)

Edebiyat, yalnızca Dostoyevski, Kafka, Faulkner, Camus, Joyce, Beckett gibi adlar çevresinde üretilen etkinlik dizisi değil. Barbara Cartland da Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, daha niceleri de bu edebiyatın birer üyesi.

Beğenirsiniz beğenmezsiniz, edebiyat değil sizin için sorundur bu. Bunun gibi çok seçmen, çok taraftar, çok okur da iyi lider, iyi takım, iyi yazar olmanın ölçütü bağlamında alınamaz.

Yazarlık, aslında bir tür kavramsallaştırma hüneri. Nicedir bu bilgiye sahibiz artık. Yani öyle bir anlatacaksınız ki, bunlar yalnız anlattıklarınızın göstereni olmayacak, durumla ilgili bütün zamanlar boyunca geçerli, yalıtık bir anlatıya, özetle kavramsallaştırılmış yapıta dönmüş halde çıkacak karşımıza.

Bilimcinin yasalara varabilmesine koşut bir durum neredeyse bu.

Shakespeare, Dostoyevski, Çehov, Kafka, Yunus, Halit Ziya, Nâzım, Sait Faik, Yaşar Kemal vb. bu doğrultuda epeyce yol almış yazarlar olarak anılabilir. Örneğin Ahmet Cemal’in, Shakespeare için, “dünya edebiyatının temalarını ve karakterlerini kavramlaştırmayı başarabilmiş birkaç yazarından biri,” olduğunu vurgulaması bu bağlamda alınmalı. (Cumhuriyet, 3.12.2010)

Bu adlar arasında kadınlar yok…

Oysa “kadın yazar”dan önce “kadın varlık”, insanoğlunun doğadan aldığı tasarımcılığın ilk mimarı. Kadın, ilk sanatçı, şamandan çok çok önce.

Kadın, doğasından getirdiği bir yaratıcı varlık olarak hayatın bütün alanlarına uzanıp çok önemli bir işlevi, toplumu, bireyi dönüştürmede en büyük, önemli, gizemli rolü yerine getiriyor. Bu nedenle sanatta da yaratıcılığın en büyük adayı konumunda.

Kadın yaratıcılığının unutuluşu üzerinden binlerce yıl geçti. Erkek yazarlar, beyinlerinde taşıdığı dişi genlerin kimi karakteristik özelliklerini bulgulayıp bundan yararlanarak daha usta yazar olmayı başarıyor.

Kadın yazarlar da kendi yaratıcı özleri üzerine kıvrıldıklarında, bunun bilincine varıp da üretmeye yöneldiklerinde önlerinde açılan ufkun ayırdına varıyorlar, böylelikle kavramsallaştırmaya dayalı çok daha ustalıklı sanat yapmaya koyuluyorlar.

Bu çerçevede dünya üzerinde kaleme getirilmiş yapıtların çok büyük bölümünün neredeyse tamamına yakınının herhangi kadına sunulmuş olması, bunun yanında erkeklere sunulan yapıtların sayıca çok az kalması üzerinde de özellikle durulabilir.

Bu veri, kadınsı veya eşcinsel tutuma göz kırpmak ya da buna özenmek anlamına gelmiyor. Kestirmeden duygudaş / empatik yaklaşımla kadınlık bilinci demek çok doğru görünüyor bana.

Yaratımın, yaratıya dönük süreçlerin kadınla başladığı pek çok bilimcinin buluştuğu bir ortak kanı. Yaşamsal olan tüm tasarımlarla tasarımlamaların hep kadınla başladığı, bunun uzun bir dönem boyunca böyle yaşandığı söylenebilir. Günümüzde kadının bütün dünyada tüm sanat dallarında giderek yükselen, bu doğrultuda öne çıkan gücü de bunu vurguluyor bir bakıma.

Kendi edebiyatımıza dönersek, kadınların, tarihsel öncülüklerine yönelmesi durumunda yalnız yazarlıkta değil tüm sanatlardaki üretici konumlarıyla sırtlandıkları taşıyıcılığı çok daha öteye taşıyacakları öngörülebilir. Ne ki bu arada kendilerinin bilincine varmasını da sağlamak gerekiyor kadın yazarların.

Edebiyatımızın önceki yüzyılı, kadınsız olarak Osmanlı aydınıyla başlıyor. Ahmet Mithat, Şinasi, Ömer Seyfettin, Halit Ziya, Yakup Kadri, Reşat Nuri vb. bunların tümü âdeta çengelli iğneyle Fransız aydınlanmasına bağlı. Ama illegal olarak.

Kadınların katılımı, edebiyatımızı bir yandan çeşitlendirip renklendirirken beri yandan farklı katmanlar aracılığıyla “kadın yazar”lığın yatağını derinleştirip genişleterek de bu kazanımı yoğunlaştırıyor.

Kadın yazar olgusunun cumhuriyetle birlikte kitleselleştiği biliniyor. Edebiyatımızın legalleşmesi biraz da kadın yazarların işte bu kitlesel katılımıyla doğru orantılı olarak kendini koyuyor. Çünkü aydınlanma, bir devlet ideolojisine dönüşüyor cumhuriyetle birlikte.

Hatta öyle oluyor ki, kimi kurumları aracılığıyla devletin, aydınlanmacı anlayışla baskılaması biçiminde de yaşanıyor görece. Halkevleriyle köy enstitüleri, kurum olarak proleterkült hareketine benzer baskılama ayağı bağlamında alınabilir çünkü.

Bu baskılama, bir açıdan belki şematik bir edebiyatın da önünü açtı, ancak ilk kez bol alüvyonal bir ortam var etti edebiyatımız açısından. Türkiye’nin yaşadığı en büyük çeviri hareketi, konservatuvarın kuruluşu vb. gelişmeler aynı zamanda şematik edebiyatın önünü kesen birer karşı hareket olarak da alınabilir bu açıdan.

Sonuçta edebiyatımızdaki ilk büyük dönüşüm hareketi 1940’larda, ikinci büyük dönüşüm de 1950’lerde yaşandı denebilir. Sonrası 1960’lar, 70’ler edebiyatımızda elde edilmiş bütün ileri hamlelerin bol keseden harcanışı olarak yaşandı sanki. Ve yeni bir dönüşüm için 1990’ları beklemek gerekti.

1960 ortalarından, hadi diyelim sonlarından 1980 ortalarına dek gelen, yuvarlamayla yirmi, yirmi beş yıl, toplumsal çalkantıların, sosyal hareketliliğin edebiyatı gölgesi altına aldığı bir dönem oldu. Bu olumsuzluktan edebiyat kadar bütün öteki sanat dalları da payını aldı bir biçimde.

Bugünlere geldiğimizde şunu söylemek olanaklı görünüyor: Edebiyatımız 90’lardan bu yana dünya edebiyatıyla içlidışlı, âdeta onun uzantısı konumu sergiliyor.

Bu, bir yanıyla olumlu elbette, ancak dünya edebiyatına katılım ayrı, dünya edebiyatının benzeşik uzantısı konumu sergilemek apayrı.

İşte asıl şimdi kadın yazarlarımızın öne geçip buna düzen getirmesinin tam sırası.

Buradan devam edeceğim.