SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Yaşantı, Nasıl Öyküye Dönüşür?

M.Sadık Aslankara (31.8.17 yazısıdır.)

Bir gerçekliğin öyküye dönüştürülmesi, yaşanan olgunun ya da herhangi yaşantı ânının öyküleştirilmesi öyle kolayca altından kalkılabilecek bir iş değil. Neden? Yaşamdaki gerçeklikle sanattaki kurmacasal gerçeklik birbirinden farklı da ondan. O halde şöyle bir anlama çıkılabilir buradan: Ne yaşamın gerçekliğini olduğu gibi kurmacaya katabilirsiniz ne de kurmacasal gerçekliği yaşama ayak uydurur hale getirebilirsiniz…

İlkin bunun bilincinde olmak zorunda bir yazar.

İkinci olarak dikkat edilmesi gereken noktaysa yaşanan olgusal zamandan kopmadıkça, enikonu bir yabancılaşmışlık duygusuna dayalı halde buna yanaşmadıkça, yani üzerinden epey zaman geçip de yaşanan her ne ise, bu eskimedikçe yaşantısal/kurmacasal olası örtüşme başına bela açabilir yazarın.

Şu yakınlarda farklı bir olgusal gerçekliğin, söz konusu olay yaşanmadan, âdeta “dejavu” dedirtircesine daha önceden kaleme alınmış olması, beni bir anda bu konuyu ele alıp tartışmaya zorladı diyebilirim.

Önce Cumhuriyet gazetesinde yer alan haberi okuyalım:

“Günümüzden 75 yıl önce, İsviçre Alpleri’nde kaybolan çiftin cansız bedenleri bir buzul kütlesinin çözülmeye başlamasıyla birlikte bulundu. Yedi çocuklu Marcelin ve Francine Dumoulin çiftinden, 15 Ağustos 1942’de Valais bölgesindeki evlerinden ineklerini sağmak üzere ayrılmalarının ardından bir daha haber alınamamıştı. O zamanlar 40 yaşında olan ayakkabıcı Francine ile 37 yaşındaki öğretmen Marcelin’i arama-kurtarma çalışmaları sonuçsuz kalmıştı. Çiftin bugün 79 yaşında olan kızları Marceline Udry-Dumoulin, Le Matin gazetesine verdiği demeçte, ‘Hayatımız hiç durmadan onları aramakla geçti… 75 yıldır bu haberi bekliyordum, içim daha huzurlu. Artık onlara hak ettikleri cenazeyi yapabileceğimizi düşünüyoruz’ diye konuştu.

“Reuters’in haberine göre, yetkililer Dumoulin çiftinin bedenlerinin bulunduğu alanın kayak pistine yakın bir bölgede olduğunu duyurdu. Geçen hafta çalışanlardan birinin onlara ait kimlik belgelerinin olduğunun sanıldığı kâğıtlar bulduğu da aktarıldı. Buzul alanında görevli bir yetkili, çiftin bedenlerinin  yan yana bulunduğunu, üzerlerinde II.Dünya Savaşı dönemi giysilerinin olduğunun görüldüğünü, cesetlerin donduğu için büyük bir bozulma göstermediğini söyledi. Ancak cansız bedenlerin Dumoulin çiftine ait olup olmadığının kesinlemesi için DNA testinin yapılacağı da açıklandı.” (19.7.2017)

Bu haber, bana 1944 doğumlu David Constantine’in Başka Bir Ülkede (Çev.: İnci Ötügen, Metis, 2006) adlı kitabında aynı başlığı taşıyan öyküsünü anımsattı ister istemez. Yukarıdaki haberde aktarılanların benzeridir öykü evreninde öne çıkan olay.

Constantin’in öyküsünde, Bayan Mercer’le kocası arasındaki konuşmadan, biz Katya’nın, yıllar sonra buzlar içinde bulunmuş olduğunu öğreniriz. “Küresel ısınma deyip duruyorlar ya, onun yüzünden” bulmuş olmalılardır Katya’yı: “Buzun üstündeki kar gitmiş,”  “içini olduğu gibi görebiliyormuşsun. Kız da o zamanki haliyle içindeymiş hâlâ.” (s.32)

Bayan Mercer henüz ortalarda yokken, on yıllar öncesini anlatmaya girişir adam karısına. Katya, o sıralar çevredekiler tarafından nişanlısı gibi algılanmıştır adamın:

“Kaygan bir mor kayanın etrafından dolaşan patikadaydık, buzul aşağıda sağımızdaydı. Gülüşüyorlardı, onları önden gitsinler diye ben bırakmış olmalıyım. Derken patika kaya duvarından sola kıvrıldı ve gözden kayboldular. Çıkardığını duyduğum sondan bir önceki ses, gözden kaybolduktan sonraki kahkahasıydı. Sonuncusu da çığlığı. Oraya vardığımda gitmişti, rehber aşağıya bakıyordu.” (s.35)

Okuma edimi sürerken atılan kahkahayla çığlık, insanın üzerinde tokat gibi patlıyor. David Constantine, öykü karakteri Bay Mercer’e, yaşadıklarını, koygun bir duyarlıkla anımsatıyor. Geçmişte kalan, paylaşılmasa da bellekte bütün canlılığıyla süren o katılmayı. İşte öyküyü, popüler olay aktarmacılığı bağlamında alınabilecek gazetecilikten ayıran yan burada aranmalı. Öykü sanatı, minicik ayrıntılarla soluk alıp veren büyük bir evren kurabilmek sonuçta.

Buna benzer olayların böylesi yörelerde geçmişten günümüze aralıklarla yaşanabildiği anımsandığında, işin bunu bir gazete haberi biçiminde aktarmak olmadığı, tersine bu gerçekliği yaşayanların iç dünyalarına çarpan duygu yansısının çok daha önem taşıdığı görülebiliyor… Gazete haberciliğiyle yazındaki öykülemeyi birbirinden ayıran yan da bu zaten.

Sonuçta olayın hem büyüsüne kapılıyoruz hem de derin bir hüzünle o genç yaşta başa gelen düş yıkımına yoğunlaşıyoruz giderek yükselen ilgiyle.

Bu çerçevede yazar David Constantine, hiç kuşku yok ki, bu öyküsüyle bize, yaşanılandan nasıl öykü çıkarılması gerektiğini de gösteriyor aynı zamanda.